1990’lı yıllar sinema açısından zaten başlı başına özel bir dönemdi ancak bazı yıllar vardır ki geriye dönüp bakıldığında ayrı bir parantezi hak eder. Örneğin 1994 yılının en iyi filmleri arasında bulunan yapımlar bugün hala hafızalardaki yerini koruyor. İşte 1997 de tam olarak böyle bir yıl. Popüler kültürün hızla şekillendiği, sinemanın gişe ve sanatsal anlamda altın çağlarından birini yaşadığı bir dönemden söz ediyoruz. Dijital platformların henüz sinema salonlarını gölgede bırakmadığı, büyük filmlerin büyük perdede gerçek anlamını bulduğu yıllar. 1997, bağımsız sinemanın sesini duyurduğu ve dev bütçeli yapımların milyonları salonlara çektiği nadir zamanlardan biri olarak hafızalarda yer etti. Eğer bu yılın neden bu kadar özel olduğunu unuttuysanız, gelin 1997’nin sinema tarihine damga vuran filmlerine birlikte yakından bakalım. İşte 1997 yılının en iyi filmleri…
Boogie Nights
1997 yılının en iyi filmleri listemize başlıyoruz. Quentin Tarantino ve Wachowski’ler doksanlar sinemasına damga vururken, 1996, Paul Thomas Anderson’ı Hard Eight ile tanıttı. Fakat onu ana akım başarı ve eleştirmenlerin beğenisine taşıyan, ertesi yıl çektiği Boogie Nights oldu. Bu dramatik komedi, yetişkin film yapımcısı Jack Horner’ın (Burt Reynolds) kanatları altında yıldız olma yolunda ilerleyen Eddie’nin (Mark Wahlberg) hikâyesini anlatır. Eddie, Dirk Diggler adıyla, göz kamaştırıcı fakat bir o kadar da acımasız olan pornografi endüstrisinin içinde şöhretin ışıltılı ama sinsi labirentlerinde kaybolur.
Zaman geçtikçe değeri daha da artan bu film, bu özel sektörde çalışmanın bireyin ruhunda ve hayatında açtığı derin yaraları hiç çekinmeden gözler önüne seriyor. Julianne Moore, John C. Reilly, Don Cheadle, Heather Graham ve olağanüstü bir Philip Seymour Hoffman gibi isimlerin yer aldığı destansı bir yardımcı oyuncu kadrosuna sahip. Anderson’ın 2000’lerdeki işleri belki daha fazla övgü topladı, ancak 1997 yılının en iyi filmleri arasında tartışmasız en güçlü filmlerinden biri olarak Boogie Nights, izleyiciyi sarsmaya devam ediyor.
Can Dostum – Good Will Hunting
Bugün kanıksadığımız bir gerçek var: Ben Affleck ve Matt Damon bir zamanlar Hollywood’un tanımadığı isimlerdi. Bu durumu kökten değiştiren ve ikisini yıldızlaştıran şey, Oscar ödüllü senaryolarını birlikte yazdıkları ve başrollerde yer aldıkları Good Will Hunting oldu. Matt Damon, MIT’deki bir hademe olan ve dahice bir zekaya sahip Will Hunting’ı canlandırır. Will, profesör Gerald Lambeau’nun (Stellan Skarsgård) duvara astığı karmaşık matematik problemini çözünce, kendi potansiyelini keşfetmek zorunda kalır. Yardımına ise, içinde derin yaralar taşıyan bir psikolog olan Sean Maguire (Robin Williams) koşar.
Film, Williams’ın unutulmaz doğaçlama sahnesi de dahil, dramın içine ustalıkla serpiştirilmiş komik anlarla dolu. O sahne tek başına, ustanın En İyi Yardımcı Oyuncu Oscar’ını alması için yeterliydi. Bazıları için klişe gelebilir, ancak filmin büyüsü tam da burada yatıyor: Duygusal olgunluğu akademik zekanın gerisinde kalmış, incinmiş bir çocuğun, kendi içindeki dehayla ve etrafındaki sevgiyle yüzleşmesinin naif ve samimi öyküsü.
Titanik kesinlikle 1997 yılının en iyi filmleri arasında. James Cameron’ın Titanic’inden daha ikonik bir film bulmak gerçekten zor. Lüks geminin trajik batışını arka plana alan bu kurgu, birinci sınıf yolcu Rose (Kate Winslet) ile üçüncü sınıftan genç ressam Jack (Leonardo DiCaprio) arasındaki imkânsız aşkı anlatır. Geminin pruvasında uçuyormuş hissi veren o ünlü sahne veya Rose’un portresini çizdirme anı, filmin unutulmaz romantizmini perçinlerken, sonun kaçınılmazlığı tüm bu güzelliği hüzünlü bir tada dönüştürür.
Bugün hâlâ Titanic’i konuşmamızın nedeni, 11 dalda Oscar alması veya gişede kırdığı inanılmaz rekorlar… O, izleyiciye, ölüme karşı zafer kazanan bir aşkın ve insan ruhunun ihtişamının görkemli bir destanını sunar. Sinema tarihinin kilometre taşlarından biri olarak, kuşaklar boyu hatırlanacak.
Prenses Mononoke
Hayao Miyazaki, daha önce Komşum Totoro ve Küçük Cadı Kiki gibi filmlerle ruhumuza dokunmayı başarmıştı. Ancak 1997’de vizyona giren Prenses Mononoke, onun ustalığının ve sanatsal derinliğinin bir zirvesi olarak kabul edilir. 1997 yılının en iyi filmleri arasında bulunan bu yapım, lanetlenmiş bir prens olan Ashitaka’nın, doğa ile insanın savaştığı bir diyarda, kurt tanrıları tarafından büyütülmüş ve insanlığa öfke duyan gizemli bir savaşçı kız olan San (Prenses Mononoke) ile karşılaşmasını konu alır.
Bu sadece aksiyon dolu, görsel bir şölen değil; sanayileşme, doğanın talanı ve denge üzerine derin felsefi sorgulamalar içeren bir başyapıt. Batı’da birçok sinemasever için Miyazaki evrenine açılan kapı oldu. Claire Danes ve Billy Crudup’un yer aldığı İngilizce dublaj kadrosuna rağmen, filmin özü hiç bozulmadan, evrensel bir mesajla izleyiciye ulaşır.
Satirik komedinin ustası Christopher Guest, 1997’de Waiting for Guffman ile muhteşem bir geri dönüş yaptı. Film, Missouri’nin hayali kasabası Blaine’in sakinlerinin, kasabalarının tarihini anlatan bir müzikal sahnelemeye çalışmasını konu alır. Yönetmen ve başrol Corky St. Clair (Guest), New York’tan ünlü bir yapımcıyı (Guffman) gösterilerini izlemeye davet ederek işleri iyice karıştırır.
Filmin en büyük keyfi, Fred Willard, Catherine O’Hara, Eugene Levy ve Parker Posey gibi müthiş oyuncuların, karakterlerini tamamen doğaçlama diyaloglarla hayata geçirmesinde yatar. Okul veya amatör tiyatro deneyimi olan herkesin kendinden bir parça bulacağı, son derece sevecen ve komik bir portre. Her karakter ne kadar tuhaf olursa olsun, onlara ve tutkularına hayran kalmamak elde değil.
Austin Powers: International Man of Mystery
1997, Mike Myers’ın izleyiciye çok önemli bir soru sorduğu yıldı: “Seni tahrik ediyor muyum, bebeğim?” Austin Powers: International Man of Mystery, James Bond serisinin sevecen bir parodisi, altmışların ruhuna bir saygı duruşu ve absürt komedinin şaheseri olarak tarihe geçti. Film, kriyojenik uykudan, düşmanı Dr. Evil’in dünyayı ele geçirme planını durdurmak için uyandırılan çapkın ajanın hikâyesini anlatır.
Bu film sadece unutulmaz bir üçlemenin başlangıcı olmadı, aynı zamanda “Evet, bebeğim!” gibi onlarca sloganı, sayısız mimi ve kültürel referansı popüler kültüre kazandırdı. İlk film, serinin belki de en saf ve en komik hali. Yerleşik cinsiyetçi kalıplarla oynarken, aynı zamanda kalbinde sıcak bir dostluk ve macera ruhu taşıyor.
1997’de vizyona giren Men in Black’i hatırlıyor musunuz? Eğer cevabınız hayırsa, belki de Ajan J ve Ajan K sizi ziyaret etmiş ve hafızanızı silmiştir! Will Smith’in yıldızını iyice parlatığ bu bilim kurgu komedisi, onu Tommy Lee Jones’un yanında havalı, çevik bir ajan olarak gösterdi. Dünyada yaşayan uzaylıları gizleyen ve gezegeni tehditlerden koruyan gizli bir örgütün hikâyesi, doksanların UFO merakıyla mükemmel bir uyum yakaladı.
1997 yılının en iyi filmleri arasında bulunan bu yapım, korkutucu bir bilim kurgudan ziyade, bol aksiyonlu ve komik bir macera sunar. Smith ile Jones’un kurduğu karşıt karakter kimyası ise filmin belkemiğini oluşturur. Arkana yaslanıp, patlamış mısırını yiyerek izleyebileceğin, saf eğlence ve zekâ dolu bir film.
Ma vie en rose
Belçika-Fransız ortak yapımı Ma vie en rose (Pembe Hayat), Batı’da hak ettiği ilgiyi ne yazık ki göremedi. Trans bir çocuğun iç dünyasını anlatan bu naif ve dokunaklı film, Georges Du Fresne’nin canlandırdığı Ludo karakteri üzerinden, cinsiyet kimliği ve toplumsal kabule dair hassas bir hikâye sunar. Ludo, ailesinin ve komşularının kabul etmekte zorlandığı bir gerçeği, kendisi olma arzusunu, pembe ve renkli bir dünyada yaşar.
O dönemde ABD’de nedensiz yere R derecesi alması, filmin temasıyla ilgili önyargıların bir göstergesiydi. Bugün geriye dönüp baktığımızda, LGBTQ+ sinemasının en etkileyici ve samimi erken dönem örneklerinden biri olarak ışıldıyor.
Polisiye gerilim türünün doksanlardaki en parlak örneklerinden biri şüphesiz L.A. Confidential’dir. Yönetmen Curtis Hanson, bu filmle adeta bir ustalık dersi verir. Film, 1950’ler Los Angeles’ında, bir restoran katliamının ardından kesişen hayatları üzerinden, polis yolsuzluğu, şöhret ve ahlakın gri tonlarını anlatır.
Guy Pearce’ın zeki ve hırslı Ed Exley’i, Russell Crowe’nun sert ama prensip sahibi Bud White’ı ve Kevin Spacey’nin medyayla içli dışlı Jack Vincennes’i, unutulmaz karakterler olarak hafızalara kazındı. Kim Basinger’ın canlandırdığı Lynn Bracken ise filmin kalbinde yer alır. Karmaşık senaryosu, atmosferik görüntüleri ve müthiş oyunculuklarıyla, türün klasikleri arasında yerini alan bir şaheser.
Kusursuz Mavi – Perfect Blue
Satoshi Kon’un yönettiği Perfect Blue, sadece bir anime filmi değil, psikolojik gerilim türünün başyapıtlarından biridir. J-pop yıldızı Mima’nın, oyunculuk kariyerine adım atmasıyla birlikte gerçeklik ile hayal, geçmiş ile şimdi arasındaki sınırların bulanmaya başlamasını konu alır. Takıntılı bir hayranın baskısı ve kendi iç hezeyanları arasında sıkışan Mima’nın çöküşü, izleyiciyi de derin bir gerilimin içine çeker.
Animasyonun, korku ve psikolojik gerilimi anlatmada ne kadar güçlü bir araç olabileceğini kanıtlayan bu film, rahatsız edici ve sarsıcı atmosferiyle akıllardan çıkmaz. Günümüzde sosyal medyada estetize edilmiş kliplerle anılsa da, asıl gücü, izleyicinin zihninde derin bir kaygı ve sorgulama yaratmasında yatar.
Quentin Tarantino’nun üçüncü filmi Jackie Brown, onun yetişkinlere yönelik, daha sakin tempolu ve karakter odaklı tarzının bir göstergesiydi. Pam Grier’in canlandırdığı uçuş görevlisi Jackie Brown, silah kaçakçısı Ordell Robbie (Samuel L. Jackson) için para taşırken, ATF ajanları tarafından yakalanır. Jackie, kefaletle serbest kalmak için kurnaz bir plan yapar ve bu plana kefaletçisi Max Cherry (Robert Forster) ile Ordell’in temkinli ortağı Louis Gara (Robert De Niro) da dahil olur.
70’lerin blaxploitation filmlerine ve o dönemin atmosferine bir saygı duruşu niteliğindeki bu film, diyalogların keskinliği, karakterlerin derinliği ve hikâye anlatımındaki ustalıkla öne çıkar. Tarantino’nun en insani ve duygusal filmlerinden biri olarak kabul edilir.
Yalancı Yalancı – Liar Liar
Jim Carrey’nin fiziksel komedideki dehasının en saf hallerinden birini sunan Liar Liar, basit ama etkili bir temaya dayanır. Başarılı fakat yalancı bir avukat olan Fletcher Reede (Carrey), oğlunun doğum günü dileği sonucu 24 saat boyunca tek bir yalan bile söyleyemez hale gelir. Bu durum, mahkemede ve özel hayatında tam bir felaketler zincirini tetikler.
Carrey’nin kontrolsüz enerjisi, burada mükemmel bir şekilde kanalize edilmiştir. Film, sadece komik sahneleriyle değil, aynı zamanda baba-oğul ilişkisine dair dokunaklı anlarıyla da izleyiciyi etkiler. Carrey’nin doksanlar komedilerinin olgun, kaliteli ve samimi bir örneğidir.
En İyi Arkadaşım Evleniyor – My Best Friend’s Wedding
Julia Roberts’ın romantik komedi kraliçesi tahtına oturmasını sağlayan filmlerden My Best Friend’s Wedding, türün kalıplarını ustaca esnetmesiyle dikkat çeker. Roberts, en iyi arkadaşı Michael (Dermot Mulroney) başkasıyla evlenmek üzereyken, ona olan aşkını son anda fark eden Julianne’ı canlandırır. Julianne, düğünü sabote etmek için elinden geleni yapar, hatta gey arkadaşı George’u (harika bir Rupert Everett) nişanlısı olarak takdim eder.
Ancak filmin en büyük sürprizi, geleneksel romantik komedilerin aksine, Julianne’ın her istediğini elde edememesi ve bu durumdan büyüyerek çıkmasıdır. Beklenmedik sonu ve olgun karakter gelişimiyle, doksanların en akılda kalıcı romantik komedileri arasına girmeyi başarır.
Yüz Yüze – Face/Off
John Woo’nun Amerikan sinemasına kattığı aksiyon şöleni Face/Off, inanılmaz bir önermeyle gelir: Terörist Castor Troy’u (Nicolas Cage) durdurmak için, FBI ajanı Sean Archer (John Travolta), düşmanının yüzünü cerrahi operasyonla takarak onun kimliğine bürünür. Ancak uyanan Troy da Archer’ın yüzünü takarak onun hayatına girer.
Bu absürt ama eğlenceli fikir, Travolta ve Cage’in birbirlerini taklit ederek adeta oyunculuk şöleni sunmasına olanak tanır. Aşırılığın ve aksiyonun sınırlarını zorlayan film, stilize şiddet sahneleri, duygusal melodram anları ve unutulmaz diyaloglarla dolu, eğlence garantili bir seyirliktir.
Şeytanın Avukatı
1997 yılının en iyi filmleri arasında olan ve başarı hırsının karanlık yüzünü anlatan film, hukuki bir dramdan metafizik bir gerilime doğru evriliyor. Film, Kevin Lomax adlı genç ve son derece yetenekli bir savunma avukatının kariyerinde hiç kaybetmemesiyle açılıyor. Kevin, suçlu olduklarını bildiği müvekkilleri bile mahkemeden aklayabilen biri ve bunu mesleki bir başarı olarak görüyor. Ancak bu başarı takıntısı, onun karakterinin en kırılgan noktasını da oluşturuyor. Çünkü Kevin için kazanmak, adaletin önüne geçmeye çoktan başlamış durumda. Kevin’in yolu, New York’ta son derece güçlü ve karizmatik bir hukuk bürosunun sahibi olan John Milton ile kesiştiğinde hikâye bambaşka bir boyut kazanıyor. Milton, Kevin’e maddi ve mesleki anlamda hayal edilemeyecek fırsatlar sunuyor.
1997, sinemanın eğlendiren ve derinlikli hikâyeler anlatabildiğini en güçlü şekilde kanıtlayan yıllardan biri olarak hafızalarda yer alıyor. Bu filmler, tüm zamanların unutulmaz yapımları arasında bulunmayı fazlasıyla hak ediyor.