12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nin Türkiye için bilançosu ağırdı. O dönemde 650 bin kişi gözaltına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, 50 kişi idam edildi, 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. Kısaca 12 Eylül, Türkiye’nin toplumsal travmalarından biri olarak tarihteki kara yerini aldı.
Acı o kadar büyüktü ki bir süre hiçbir şey olmamış gibi yapılsa da, Türkiye sineması cuntacı Kenan Evren henüz cumhurbaşkanıyken ürkek adımlarla yaşananlarla yüzleşmeye çalıştı.
Belki hala Arjantin darbesinde kitlesel kayıpları anlatan “Olimpo Garajı”, Şili’de postallarla şekillenen Pinochet diktatörlüğünü perdeye taşıyan “Machuca”, kapanışı Yunanistan’da askeri cunta dönemindeki yasakların dökümüyle yapan “Z” gibi filmlerimiz yok. Eldekilere tam olarak bir 12 Eylül sineması diyemeyiz; ama bir şekilde askeri cunta dönemi perdede yerini buluyor.
Yakın zamanda daha cüretkâr filmlerle buluşmak dileğiyle, sizleri içinden 12 Eylül kabusu geçen 25 film listemize alalım, iyi okumalar – iyi seyirler!
Herkes dağılmış, her şey değişmiş: Sen Türkülerini Söyle
(Yön: Şerif Gören, 1986)
Hayri, politik eylemliliğinden ötürü 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden önce cezaevine girmiş ve orada yedi yılını geçirmiştir. Yıllarca işkence gören genç adam dışarı çıktığında, başta ailesi ve eski mücadele arkadaşları olmak üzere pek çok şeyi değişmiş bulur.
Şerif Gören, darbeden altı yıl sonra, kamerasını cezaevinden çıkınca dünyaya uyum sağlayamayan devrimcilere çevirdi. Karanlık koridorda gözleri bağlı işkenceye götürülen adam ve yer yer duyulan çığlıklar üzerinden işkenceye değinilse de film Kenan Evren yönetimindeki darbeyle hesaplaşmaktan henüz çok uzaktaydı.
İşkencecinin sesi takipte: Ses
(Yön: Zeki Ökten, 1986)
Ne kahramanın adı var bu filmde, ne de karakterine dair ipuçları. Altı yıl cezaevinde kalan ve gördüğü işkenceden sol kolu sakat kalan bir genç var perdede. Askeri darbe mağduru bu adam yaralarını sarmak için rotasını bir sahil kasabasına çevirmiş. Ama orada da rahat yüzü görmeyecek. Çünkü kulağına çalınan bir erkek sesi, işkencecisinin sesi peşinde.
Yönetmen, 12 Eylül’de yaşananlarla hepimizi yüzleşmeye çağırırken belki de yarattığı anonim karakterle tüm cunta mağdurlarını perdeye yansıttı.
Hepimiz mağduruz: Dikenli Yol
(Yön: Zeki Alasya, 1986)
Yine bir devrimci hapisten çıkıyor ve dağılmış hayatını toparlamaya uğraşıyor. 12 Eylül öncesinde siyasi olaylara karışan Hüseyin, abisinin ölümüne neden olduğu için ailesi tarafından adeta lanetlenmiştir.
Bu kez dönemin tahribatı Hüseyin’in üzerinden değil de geride kalan kadın ve çocuk üzerinden anlatılırken, Alasya, cuntanın dolaylı mağdurlarının izini sürer.
“Lanetli film”: Su Da Yanar
Ülkesinde komünistlikle suçlanmış Nâzım Hikmet’le ilgili film çekmeye çalışan ve karşısına çıkan engeller yüzünden neredeyse dibe vuran bir yönetmene odaklanan filmde Özgentürk de anlattıklarının benzerlerini yaşayacağını tahmin edemezdi.
Yönetmenin “lanetli filmim” dediği Su Da Yanar, gösterime girdikten kısa süre sonra yasaklandı ve toplatıldı. Yönetmen Türkiye’nin kötü propagandasını yaptığı gerekçesiyle 6 yıl hapis istemiyle iki kere yargılandı.
Özgentürk’ün Japonya’dan aldığı teşvikle çektiği Su da Yanar’ın denetimi Tokyo Film Festivali’nde olan negatifleri de kayboldu.
Apolitizmin yüceltilişi: Prenses
(Yön: Sinan Çetin, 1987)
Aslında Prenses, askeri darbe ile yüzleşmekten çok 1980 öncesi sol harekete göz atar. Film, devrimci bir militan olan Tarık ile uçarı fotoğrafçı Selim ve onların arasında kalan Nevres’in 12 Eylül öncesi yaşamlarını konu alır.
Prenses, bir süre sonra apolitizmi yüceltişi ve ketum devrimci tiplemesi yüzünden sınıfta kalırken, Çetin’in “Kendime ihanet edeceğime komünizme ihanet ettim” sözleri de filmin, yönetmenin kişisel ideolojik hesaplaşmasına dönüştüğünün ispatıdır.
Eve dönüşten kaçışa: Av Zamanı
(Yön: Erden Kıral, 1987)
Erden Kıral, bu filmle eve dönüş temasından kaçış temasına geçer. Yılgın yazar, darbe döneminin karışık ortamında Cunda’ya sığınır. Orada tanıştığı bir kadın kendisine ilham verecek ve yazar yeniden üretmeye başlayacaktır.
Film 1980 öncesi olaylara değinirken 12 Eylül Türkiye’sini sadece fon olarak kullandı. Darbe ile pek bir derdi olmayan Av Zamanı, şiddet olaylarının da siyasi boyutlarını irdelemekten uzak durdu.
İdeolojik kardeş kavgası: Sis
http://www.youtube.com/watch?v=yK_5ezT4UFg
(Yön: Zülfü Livaneli, 1988)
“Sis var, insanları ezen bir şey var, ama ne? Bunun sistem olduğu sonra ortaya çıkacak.” Yıllar sonra filmini bu cümlelerle anlatan Livaneli bu filmle 1980 öncesi Türkiye’sine çevirdi kamerasını.
Yönetmen, kardeş kavgasını mecazi olarak değil, farklı görüşlere sahip iki kardeş üzerinden anlatırken darbe öncesi dönemde, riskli kararlar vermemek için hâkimliği bırakıp avukatlık yapan Ali Fırat’ın mesleki kaçışını da gözler önüne seriyor.
Kadın kahramanın tutunma çabası: Bütün Kapılar Kapalıydı
http://www.youtube.com/watch?v=fEFcK-HcFHQ
(Yön: Memduh Ün, 1990)
Eve dönüş teması, bu kez kadın kahraman üzerinden perdedeydi. Askeri darbe döneminde altı yıl cezaevinde yatan Nil karakteri üzerinden, işkenceye uğramış bir kadını ve onun tekrar hayata tutunma çabasını izledik.
Bütün Kapılar Kapalıydı, senaryosu ile Altın Portakal kazansa da karakter yaratmada pek yetkin değildi. Öyle ki, filmin odak noktasındaki Nil’in sol kimliği ancak okuduğu kitaplarla doldurulmaya çalışılıyordu.
İtirafçının hesaplaşması: Darbe
(Yön: Ümit Efekan, 1990)
Ümit Efekan tarafından Bekir Yıldız’ın aynı isimli eserinden uyarlanan Darbe, merkezine yine hesaplaşma fikrini oturtuyordu.
Ama bu kez başrolde askeri cunta döneminde işkenceye dayanamayarak örgüt arkadaşlarını ele veren, daha sonra da pişmanlık yasasından yararlanarak kimliğini değiştiren bir devrimci yer alıyordu. İtirafçı kahramanımız kendiyle hesaplaşırken askeri darbenin nedenleri ve sonuçları da kısmen perdeye yansıyacaktı.
Muhtıralar ve darbelerle savrulan Türkiye: Bekle Dedim Gölgeye
http://www.youtube.com/watch?v=8NGWvmS4k1Q
(Yön: Atıf Yılmaz, 1990)
Atıf Yılmaz’ın vizörden Türkiye’nin karanlık siyasi geçmişine baktığı Bekle Dedim Gölgeye, Ümit Kıvanç’ın aynı adlı romanından uyarlandı. Film, flashback’leri ve uzun monologları ile akıllarda yer etti.
Filmde 68 kuşağından dört arkadaşın 12 Mart’tan 12 Eylül’e uzanan hikâyeleri anlatılırken, Türkiye’nin muhtıralar ve darbeler yüzünden sık sık yaşadığı toplumsal bozgun dört karakterin savruluşuyla perdedeydi.
Buhrandan buhrana: Çözülmeler
(Yön: Yusuf Kurçenli, 1994)
Senaryosu Cezmi Ersöz’ün Yaprak Fırtınası öyküsünden yola çıkılarak yazılan Çözülmeler, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerini yaşayan aydın kesimin sıkıntılarına yüzünü dönen bir film.
Kardeşinin örgütlenmesine sebep olup, idam edilmesiyle yaşadığı suçluluğu üzerinden atamayan Uğur ve siyasi nedenlerden ötürü kocası hapse düşmüş Nihal’in karmakarışık ruh halleri dönemin buhranlı atmosferine dair ipuçları veriyor.
Anılara yolculuk: Suyun Öte Yanı
(Yön: Tomris Giritlioğlu, 1991)
Feride Çiçekoğlu’nun senaryosunu yazdığı Suyun Öte Yanı, önce TV dizisi olarak çekildi ve sonradan kısaltılarak 90 dakikalık bir sinema filmine dönüştürüldü. Çiçekoğlu aynı isimli romanını da bir sene sonra yayımladı.
1980’li yıllarda tutuklanıp yargılanan öğretim üyesi Ertan ve sevgilisi Nihal’ın Cunda tatilleri biraz da yaşananlarla yüzleşmeye ve yaraları sarmaya vesileydi. Çiftin kaldığı otelin sahibi Sıdıka Hanım, 1920’lerde Girit’ten Cunda’ya zorunlu göçlerini anlatırken, üçünün de anılara doğru uzun bir yolculuk yapmasını sağlayacaktı.
Darbenin nesiller süren etkisi: Babam Askerde
İpekçi, açılıştaki “Çocuklar için” cümlesi ile 12 Eylül’de cezaevine düşenlerin ailelerine, özellikle de çocuklarına kamerasını çevireceğini saklamıyordu.
Askerin yönetime el koyduğu güne dek, birbirinden farklı ailelerde büyüyen üç çocuğun sosyal farkları ne yazık ki trajedilerle eşitlenecektir.
Babalarının tutuklanıp cezaevine konmasıyla yolu hapishanedeki görüş günlerinde kesişen çocuklar, darbe döneminin nesiller boyunca sürecek zararlarının da mağdurudurlar.
Farklı kimlik aynı trajedi: Gülün Bittiği Yer
http://www.youtube.com/watch?v=-__cfaxwnyI
(Yön: İsmail Güneş, 1998)
12 Eylül dönemini ve o zamanların meşhur işkencelerini bu kez devrimci bir karakterin değil, İslami kimliğine dair ipuçları verilen bir gencin yaşadıkları üzerinden izledik.
Gözaltına alınıp günlerce süren işkence seanslarından sonra suçlu olmadığı anlaşılarak serbest bırakılan genç, kasabasına dönerken flashback’ler yardımıyla askeri cunta döneminde sivillere yaşatılan acıların nasıl ortaklaştığını anlattı.
İşkenceye direnenler ve direnemeyenler: Eylül Fırtınası
(Yön: Atıf Yılmaz, 1999)
Habib Bektaş’ın Gölge Kokusu romanından uyarlanan film, askeri darbeyi annesi ve babası ya cezaevinde ya kaçak olduğu için, dedesi ile birlikte adada yaşamak zorunda kalan küçük Metin’in gözünden anlattı.
İşkenceye direnen anne ve direnemeyip itirafçı olan baba üzerinden yaşanan çatışmalar ve bir ailenin 12 Eylül’e savruluşu, filmin hikâyesini oluşturdu.
Darbe fonlu melodram: Gönderilmemiş Mektuplar
(Yön: Yusuf Kurçenli, 2002)
1980’de Amasra’da yaşayan, biri siyasi olaylara bulaşmış, diğeri apolitik iki kardeş; Can ve Cemal…
Cemal, jandarma kardeşini almaya geldiğinde kendini feda eder. Can ise 20 yıllık uzun bir yolculuğa çıkar. Tabii arkasında gözü yaşlı sevgilisini bırakarak.
Kurçenli, fonda bir Karadeniz kasabasını kullanarak 1980 Darbesi’nden bir Yeşilçam melodramı yaratıyor.
Mizahla yüzleşme denemesi: Vizontele Tuuba
(Yön: Yılmaz Erdoğan, 2004)
Bu film 24 sene sonra mizahı kullanarak 12 Eylül ile yüzleşmeyi denedi. Serinin ilkinde televizyonla tanışan Türkiye’nin epey doğusundaki unutulmuş köyün halkı, ikinci filmde askeri darbe ile tanıştı.
Kütüphanesi olmayan köye sürgün gelen kütüphane müdürü üzerinden yaşananlar ve köydeki solcu-sağcı ayrışmaları perdeye yansırken darbe öncesi, neredeyse güllük gülistanlık anlatıldı.
12 Eylül’ün fondan öte yer bulamadığı filmde seyirci şirin köydeki dengelerin neden alt üst olduğunu kolay kolay anlayamadı bile.
Savrulan aileler: Babam ve Oğlum
(Yön: Çağan Irmak, 2006)
Babasının planladığı hayatı reddettiği için evinden kovulan Sadık, yıllar sonra oğlu ile birlikte baba evine döner. Genç adam 12 Eylül darbesinde önce karısını, hapiste geçirdiği senelerde de sağlığını kaybetmiştir.
Darbe mağduru çocuk temasını merkeze oturtan Babam ve Oğlum’da açılış sahnesinden sonra 12 Eylül bir daha filme uğramaz.
Biraz komedi, biraz hüzün matematiği devredeyken askeri darbeye yine gökten zembille inmiş gibi yer verilir. Yine de Irmak oradan oraya savrulan aile ekseninde askeri cuntanın en hafifiyle nelere sebebiyet verdiğine dair bir bakış atar.
Apolitikler bile zarar gördü: Eve Dönüş
(Yön: Ömer Uğur 2006)
Bu filmde darbe bir fon veya yan hikâye değil. Bu filmin konusu bizzat 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi. Bir dönem Türkiye’de yaşanılan hukuksuzlukları bugüne kadar anlatılmış en sert haliyle veren Eve Dönüş, özellikle işkence sahneleri ile çok konuşuldu.
Filmde solcular, ülkücüler, hatta apolitikler de darbe mağduruydu. Ömer Uğur, apolitik işçi karakterinin altüst olan hayatı üzerinden darbeyi anlatırken, o yıllarda taraf olmayanları eleştirmekten kaçınmıyor.
Enternasyonal Marşı ile cuntaya karşılama: Beynelmilel
(Yön: Sırrı Süreyya Önder, Muharrem Gülmez, 2007)
12 Eylül döneminde Adıyaman’ın yerel çalgıcıları gevendelerin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi. Yörenin sıkıyönetim komutanı, konsey üyelerini karşılamak için gevendeleri çağdaş bir orkestraya dönüştürmek isteyince, bu karşılama töreni çok ses getirdi.
Konsey üyelerinin Enternasyonal Marşı ile karşılandıkları sahne bile filmin askeri darbe döneminin absürtlüğünü teşhir etmesi için tek başına yetiyor.
12 Eylül’ün kronolojisi: Zincirbozan
(Yön: Atıl İnanç, 2007)
Askeri cunta zamanı bazı siyasilerin mecburi ikamete tabi tutulduğu, Çanakkale’deki Zincirbozan askerî tesislerinden adını alan film, darbeyi oluşturan faktörleri irdelemeye çalıştı.
O süreçte yaşananlar dış mihrakların etkisi gibi verildiği için film epey eleştirilse de, gazeteci Abdi İpekçi suikastı ile başlayarak, 12 Eylül 1980’e kadarki dönemi ele alan Zincirbozan, olayları kronolojik olarak perdeye yansıttı.
Darbenin mizahı: O… Çocukları
(Yön: Murat Saraçoğlu, 2008)
Sırrı Süreyya Önder’in senaryosunu yazdığı “O… Çocukları” 12 Eylül sonrasına göz atarken, toplumsal travmamızın ilacı yine mizahtı.
Yıl 1981, Türkiye, askeri rejimin yönetimi altında. Kocası ve kardeşi tutuklandıktan sonra siyasi suçlu olarak aranan Meryem’in tek çaresi yurtdışına kaçmak. Ama kızını ne yapacak, kime emanet edecek?
Hızır gibi imdadına yetişen Mehtap Anne’nin yuvası doğru adres. Üstelik küçük kız, Mehtap Anne’ye bırakılan diğer çocuklarla mutlu da olacak. Ama kim bu diğer çocuklar?
Sokaklar yasaklanırsa: Bu Son Olsun
(Yön: Orçun Benli, 2012)
Yaşar, Apo, Kovboy Ali, Cevat ve Ertuğrul sokakta yaşıyor. Bu beş evsizin hayattaki en büyük amacı karınlarını doyurup günü kurtarmak. Zulada şarap varsa da değmeyin keyiflerine.
12 Eylül 1980 sabahı sokağa çıkma yasağı ilan edilince kendilerini -biri dışında- siyasi mahkûmlarla birlikte aynı cezaevinde bulan bu beşli üzerinden darbeye bakan film, geçmişle hesaplaşmak için mizahi bir dil seçti.
Film zaman zaman kaba komediye kaçtığı konusunda eleştirilse de buna izleyip siz karar veriniz.
Alevi mistisizmi ve 12 Eylül: Bir Ses Böler Geceyi
(Yön: Ersan Arsever, 2012)
Film çok yağmurlu bir gece trafik kazası geçiren akademisyen Süha ve Alevi genci İsmail’in üzerinden Türkiye’nin yakın tarihini perdeye taşıdı.
Ahmet Ümit’in aynı isimli romanından uyarlanan Bir Ses Böler Geceyi, mistik bir Alevi hikâyesiyle 12 Eylül’ü buluşturmayı deniyor.
Özellikle Süha’nın geçmişi üzerinden Türkiye’de darbe öncesi ve sonrası devrimci mücadeleye yüzünü çeviren film, romanın başarısını yakalayamadığı gerekçesiyle eleştirildi.
Yılmaz Güney Bonusu
Bu listede, ünlü yönetmenin 1982 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülü alan filmi Yol’dan bahsetmemek olmaz.
Güney, Yol’da sıkıyönetimin en acılı günlerinde İmralı Adası Yarı Açık Cezaevi’nden verilen izinle köylerine gitmek isteyen beş mahkûmun yaşadığı sıkıntılara odaklandı.
Darbe koşullarında yolculuk yapmak zorunda kalan mahkûmları anlatan filmin kendi de darbe koşullarında çekildi.
Güney son filmi Duvar’da ise 12 Eylül döneminde Türkiye’deki bir cezaevinde yaşanan baskı ve zulmü konu etti.
“Bu filmde anlatılanlar, yaşanmış olayların yeniden harmanlanmasıdır. Onlar, kan, ateş ve gözyaşı içinde, duvarların karanlığında ışığı ve suyu aramışlardı” cümleleriyle Duvar’ı özetleyen Güney, çocuk mahkûmların isyanını perdeye taşımıştı.