İstanbul’u aldık ancak İstanbul gibi bir şehre sahip olmanın nelere mal olduğu, neleri değiştirdiği, neleri yerinden ettiğini de biliyor musunuz? İşte “Bilsek iyi olur” dedik ve bu listeyi hazırladık. Huzurlarınızda az bilinen detaylarıyla İstanbul’un fethi…
Surlar
Bizans şehrini çevreleyen surlar 20 kilometre uzunluğundaydı. Düşmana yüzünü dönmüş Yedikule-Topkapı hattındaki Theodosian Surları 5.5 km. çekiyordu. Tüm şehrin en güçlü duvarları bu konumdaydı. Haliç boyunca daha seyrek nöbetçilerle korunan duvar 7 km. idi. Marmara Denizi’nden Yedikule’ye kadar olan Marmara Duvarı ise yaklaşık 7,5 km. uzunluğundaydı. Zamanın diğer şehirleri ile kıyaslandığında İstanbul’un dünyanın en iyi surlarına sahip olduğunu söylemek gerekir. Duvarların büyük bir kısmı 1440’lı yıllarda onarılmıştı ve kuşatma başladığında oldukça iyi durumdaydı.
İmparator bütün surlara aynı anda adam dikmek yerine yalnız dış duvarları korumayı seçmiştir. İki sıra yüksek duvar üzerine hendeklerle de korunan Theodosian Surları’nın en zayıf noktasını bizzat İmparator Konstantin savunmuş, kuzeyinde Edirnekapı civarını Venedikli komutan Giustiniani, Ayvansaray Eğrikapı arasını (Blachernae) Koslu papaz Leonardo, Yedikule bölgesini de yoğunluklu olarak Venedikli askerler korumuştur. Genel duruma bakarak sadece surların yerleşimi ile bile savunmacıların dünyanın en iyi korunan şehrinde olduklarına inandıklarını düşünebiliriz. Nitekim kuşatma sırasında Fatih’in de gözünden kaçmayan bazı noktalar olacaktı. Mesela kuzey surlarının kilit noktalarından biri olan Eğrikapı açıklığındaki 11. yüzyıldan kalan duvarlar onarılmadıkları için kötü durumdaydı. Büyük Şahi Topu’nun bir isabetiyle buradaki vaziyet savunanlar için çok kötü bir duruma dönecekti.
Top
Bu top hakkında çok yazılıp çizildi. Hepimiz Fatih’in toplarını bir şekilde duyduk. Hatta çocuğunun adını kimi sebeplerden Şahi koyanlar da yok değil. Ancak bu silahın bu kadar ünlü olması da boşuna değildi. Daha önce savaşlarda barut ve top kullanılmış da olsa bunu Osmanlılar kadar büyük bir şekilde deneyen olmamıştı. Bizanslıların da surlarda karabarut kullanarak ateş eden mekanizmaları vardı ancak döndürülmesi -travers- ve geri tepme kontrolü o çağda çok zor olduğundan Bizanslılar geri tepmelerle kendi surlarına düşmana oranla daha çok zarar vermişlerdi.
Bu top 8 metre uzunluğundaydı. 75 cm çapındaki güllesi 544 kilo çekiyordu. Doldurulması da haliyle üç saat sürdüğünden günde ancak beş altı kere ateşlenebiliyordu. Top yere konulup sabitlendiği zaman bir daha döndürülemiyordu. O kadar ağırdı ki yapımcısı Macar Urban bu topu kalıplara hiçbir öküz arabasının taşıyamayacağını hesaplayarak iki parça halinde döktürmüştü. Böylece zamanına göre çok ileri bir vidalı sistemle birbirine eklenerek kullanılıyordu. Nişan almak falan imkânsızdı ama hedef İstanbul kadar büyük olunca eninde sonunda surların bir tarafına bir gülle denk geliyordu. Surlara isabet ettiği anda da o noktanın tamiri gece gündüz çalışan Bizanslı duvar ustalarıyla bir haftayı bulabiliyordu.
Bu topun daha az bilinen bir başka özelliği de İstanbul’un fethinden 354 yıl sonra, 1807 yılında Çanakkale Boğazı’nı zorla geçmeye çalışan İngiliz gemilerine bir el ateş edip 22 kişiyi öldürmesi ve İngilizleri geri çekilmeye zorlamasıdır. Daha sonra olayın hatırasına 1870’lerde Sultan Abdülaziz topun 1464’te yapılan bir örneğini İngilizlere hediye etmiştir. Şu an kendisi İngiltere’de, Fort Nelson Topçu Müzesi’nde sergilenmektedir.
Savunmacılar
İstanbul 1453 yılına kadar dünyada klasik kuşatma savaşında savunmaya en elverişli şehirlerden biriydi. 3 tarafı denizlerle çevrili bir yarımada yeterli bir duvar sistemiyle korunuyor, düşmana tek bir cenahını açık tutarak kendisini güzelce savunabiliyordu. İstanbul o tarihe kadar 20 kez kuşatılmış ve yalnız bir kere, o da 1204 yılında Enrico Dandolo’nun oyunları sayesinde Latin Haçlılara tarafından düşürülmüştü. Herhangi bir kuşatmada Cenevizliler tarafından da arada denizden yardım, erzak ve asker alabiliyordu. Bizans imparatorları sırrı hâlâ tam olarak bilinmeyen Rum Ateşi fırlatan gemileri sayesinde Marmara Denizi’nde herhangi bir düşman donanmasına terör estirip ikmal yollarını açık tutabiliyordu. İkmal kesilse dahi daha önceki örneklere bakarak Bizans bir kuşatmaya aç kalmadan yıllarca karşı koyardı diyebiliriz.
1453 yılının nisan ayında İstanbul surlarını koruyan 2 bini yabancı olmak üzere 7 bin asker vardı. Surların içindeki halk da 50 bin kişi kadar geliyordu. Savunanlarla alakalı az bilinen bir diğer ilginç rivayet de Bizans imparatorunun paralı askerleri arasında Dorgano olarak çağrılan bir Türk komutan ve 600 kişilik bir Türk birliğinin olmasıdır. Yedikule-Yenikapı arasında deniz kısmını savunan ve son ana kadar imparatora sadık kalan bu askerlerden İstanbul’un Cenevizli cerrahı Nicolo Barbaro’nun anılarına göre hiç kurtulan olmamıştır. Kimi tarihçiler Dorgano’nun bir fetret devri artığı olan Orhan Çelebi olduğunu söyler.
Osmanlı Ordusu
Kaçan asker düşmanı çift görür düsturu uyarınca Osmanlı ordusunun bir savaştaki sayısı farklı kaynaklarda farklı değişiklikler içerir. Hatta fetih sırasında İstanbul’da olan dört farklı kaynak, şehri kuşatan Osmanlı ordusunun sayısı konusunda birbirinden alakasız veriler aktarmıştır. Kapılarındaki askerleri Nicolo Barbaro 160 bin, Kiev Kardinali 200 bin, Midilli Başpiskoposu 300 bin saymıştır. Modern tarih analizlerinde Osmanlıların 50-80 bin arası bir kuşatma ordusu olduğu düşünülüyor. Bunların 10 bini elit yeniçeri olduğundan saldıran Osmanlı ordusu, savunan Bizanslılardan hem sayı hem kalite olarak çok daha ileridedir. Diğer taraftan Osmanlılar 8. yüzyılda şehri 100 bin kişiyle kuşatıp alamayan Müslüman-Arap ordusuna nazaran daha kozmopolitti. Orduda binlerce Hıristiyan bulunuyordu. Hatta bu 80 binlik orduda Sırp Kralı Brakovic’in vergi olarak Fatih’e gönderdiği/kiraladığı 1.500 Hıristiyan Voynuk da vardır.
Ayasofya
Her yüzyılda bir büyük bir deprem geçiren İstanbul’da 1.500 yıllık devasa bir yapının hâlâ ayakta durması takdire şayan değil de nedir? Ancak Ayasofya devasa bir yapıdan çok daha fazlasıdır. O kadar büyük bir semboldür ki, kuşatma günü surlara saldıran her Türk bu dev mabedin içinde namaz kılmayı arzulamaktadır. Surları savunan her asker Hıristiyanlığın en büyük kilisesini Müslümanlara vermemek için ölmeye hazır beklemektedir. Surlar yarılıp İstanbul düştüğünde yüzlerce insan Ayasofya’ya sığınmış, İsa’nın yeryüzüne dönüp durumu tersine çevirmesi için dua etmiştir. İsa yerine gelenler ise bronz kapıları kırıp herkesi çıkaran yeniçerilerdir. Yabancı kaynaklar Türk başıbozukların içeride büyük bir kıyım yaptığını ve kutsal eşyaları kirlettiğini yazar, Türk kaynakları ise bunu yalanlar. Ayasofya’daki son Hıristiyan ayini 28 Mayıs 1453’te imparatorun katılımı ile yapılmıştır. Belki de Büyük Kopuş’tan (Great Schism) beri Doğu ve Batı Kiliselerine mensup Katolik ve Ortodoks din adamları Ayasofya’da ilk kez ortak bir ayin düzenlemişlerdir. Ertesi akşam ise ikonaların üzeri battaniyeler ve halılarla örtülmüş ve İstanbul’da fetih namazı kılınmıştır. Sultan Mehmet de böylece fatihliğe terfi etmiştir.
Aradan geçen 561 yılda Ayasofya’nın hâlâ ülkeler arası politikalar ve milletlerarası duygularda oynama yapabilmesi de ilginçtir. Yunanlar Ayasofya’nın kaybını hiçbir zaman kabullenmemişlerdir. 1919’daki Yunan işgalinin önemli motivasyonlarından biri İstanbul’un ve bu yapının geri alınmasıdır. Bugün bile aşırı sağcı Yunan gruplar her 29 Mayıs’ta Bizans’ı anarak kilisenin geri verilmesi konusunda eylem yapar. Buranın tekrar kilise olması Fener Patrikhanesi’nin bir numaralı isteğidir. Öte yandan artık müze olmuş Ayasofya’nın tekrar cami olması konusu da Müslüman cemaatinin çok önde gelen isteklerinden bir tanesidir. Bu, ülkede dokunulması çok hassas konulardan biridir.
Galata
Bugün İstanbul’da birbirinden denizle ayrılmış iki komşu semt gibi de olsalar 1453 yılında Galata ve Konstantinopolis iki farklı yerleşim birimiydi. Galata bir Ceneviz, yani İtalyan kolonisiydi. Kendisi de bir anlamda yarımada olduğundan savunulması nispeten kolaydı. Her tür koşulda Bizans’ı sonuna kadar destekleyen bir yapıda olmasına rağmen bu koloni kâğıt üzerinde tarafsızdı. Bu durum Bizans’ı kuşatmaya gelen askeri güç için bir takım komplikasyonlar yaratıyordu. Öncelikle tarafsız olan Galata Kolonisi kendi gemileriyle kendisini besliyor, ihtiyaç fazlasını da Bizans’a satarak kuşatmadaki kozlarını güçlendiriyordu. Dahası bu ticaret şimdiki Karaköy-Eminönü gibi bir hatta gemilerle yapıldığından ve Haliç’in ağzı zincirle kapalı olduğundan engellenemiyordu. Daha da fazlası, zincirin Galata ağzını tutan bu koloni aslında günümüz anlayışında gayet taraflı (belligerent) olmasına rağmen Sultan Mehmet kendilerine özellikle bir şiddet uygulamamıştır. Bunun da bir numaralı nedeni Marmara Denizi’nde Bizans’ın yardımına gelen birleşmiş bir İtalyan Donanması görmek istememesi olarak yorumlanabilir. Bunun da karşılığında gemiler karadan yürürken Galata Kolonisi’nin pek bir şey yaptığını tarih yazmaz.
Fatih Sultan Mehmet
Fatih Sultan Mehmet hakkında yazılan her şeyin onu o kampa ya da bu kampa çekmeye yönelik bir düsturu vardır. “Ecdad” denildiğinde akla Fatih Sultan Mehmet gelir. O, milyonlarca insanın kalbinde Hıristiyan başkentini cihad edip almış bir sultandır.
Öyledir ancak ondan çok daha da fazlasıdır. Fatih Sultan Mehmet çocukluğunda öğrendiği Yunancayı anadili gibi konuşur. Amasya Sancağı’nı ihya etmiştir. Fatih olduğunda da kendisine Bizans’tan miras kalan Antik Yunanca eserleri -müstehcen olanlar dahil- özenle korumuştur. Bizans imparatorunun cenazesine her tür saygıyı gösterecek kadar çağının ötesinde bir liderdir. Suret çizmenin yasak olduğu bir anlayışta kendi portresini yaptıran bir Rönesans anlayışını temsil edecek kadar ileri görüşlüdür. Edebi dili günümüze kadar ulaşan bir şairdir ve şiirlerinde yalnız dini ögeler de bulunmaz. Ancak nitekim günümüzde “Fatih”, göründüğü kadarıyla dinden artık soyutlanamaz bir kişiliğe bürünmüş, dindar kesimin hislerini tercüme etmesinde başrole soyunmuş, Ata’ya alternatif bir “ecdad” kisvesine büründürülmüştür.
Bundan çok daha iyisini hak eden kendisine de bize de yazık edilmektedir deyip geçelim.
Konstantin XI. Palaiologos
Bu adamları Kahpe Bizans’la, Mehmet Ali Erbil’le özdeşleştirmiş bir nesil olarak bir iade-i itibara gitmek yerinde olur. Öncelikle söylemek gerekir ki son Bizans İmparatoru Konstantin Palaiologos canını kurtarıp başka bir ülkeye kral/imparator olmak gibi pek çok seçeneği reddetmiş bir adamdı. Fetihten 8 gün önce Sultan Mehmet, İmparator’a bir elçi göndererek şehrin teslimi karşılığında İmparator ve ailesinin şehirden mallarıyla beraber çıkmasına izin vereceğini, kendisini Peleponez Kralı olarak tanıyacağını, şehirde kalan herkesin canını bağışlayıp yağmaya izin verilmeyeceğini iletir. Altı-yedi katı büyüklüğünde bir orduyla şehir kuşatmış bir sultanın bir imparatora gösterdiği son merhameti imparator reddeder. Eğer kuşatma kalkarsa ödenecek verginin daha yüksek olacağını, Osmanlı’nın aldığı tüm kaleleri meşru olarak tanıyacağını söyler. Ancak şehri vermek konusunda der ki:
“Size bu şehri vermek ne benim ne de şehirde yaşayan herhangi birinin elindedir. Biz burayı vermek yerine kendi seçimlerimizle burada ölmeyi tercih ettik. Yaşamlarımızı da onun üzerinde tutmuyoruz.”
Kuşatma esnasında surların düştüğü ve şehrin bazı mahallelerinin Türkler’in eline geçtiğini öğrendiğinde ise göğsündeki kartal sembolünü sökmüş, imparatorluk armalarını ve mor pelerinini çıkartmış ve krallığa başka bir yerde devam etmek yerine bir zamanlar hükmettiği sokaklarda isimsiz bir Bizanslı asker olarak ölmeyi seçmiştir. Günümüzde Saddam gibi yöneticilerin yeraltı deliklerinde saklanırken yakalandığını göz önüne alırsak, son anlarında vakarlı davranan Bizans İmparatoru’nun hak ettiği ancak biz galiplerden hiç görmediği saygı daha bir su yüzüne çıkar.
Giovanni Giustiniani Longus
Giovanni Giustiniani Cenevizli bir denizcidir. Kuşatmanın ilk haberleri geldiğinde parasını cebinden ödeyerek çoğunluğu Kos Adası’ndan Yunan ve Cenevizli 700 asker ile İstanbul’un savunmasına gitmiştir. Savunma sırasında da günümüze gelen her kaynakta, her hatıratta en kilit roldedir. Kendisinin varlığı surlardaki morali yüksek tutmuş, liderlik kabiliyeti birbirinden normal şartlarda nefret eden Venedikliler, Cenevizliler ve Yunanları birbirleriyle tartışmak yerine duvarları tamir etmeye kanalize etmiştir. Giustiniani, fetih günü 29 Mayıs’ta ölümcül bir şekilde yaralanır. Bazı kaynaklar bir güllenin çok yakına isabet ettiğini söyler, bir başkası Tatar yayı ile vurulduğunu yazar. Ancak herkesin üzerinde uzlaştığı nokta Giustiniani surlardan sedyeyle Yenikapı’ya doğru götürüldüğünde paniğin artık geri döndürülemez bir şekilde yayıldığı, korkunun esiri olan herkesin kaçmaya başladığıdır. İmparator’un olay yerindeki varlığı bile savunmanın en değerli birliği olan 700 Cenevizlinin yerlerini terk etmesini gölgeleyemez. Nitekim Osmanlı ordusunda bu adamı yaralayan okçu ya da topçu her kimse onun adını Ulubatlı Hasan’dan daha az biliyor olmamız bir anlamda kendisine haksızlıktır sanki.
Giustiniani aldığı yaralar sonucunda İmparator’un tüm yalvarmalarına rağmen şehri gemilerle terk etmiş, ancak iki gün sonra Kos Adası’nda bu yaralardan ötürü ölmüştür.
Zincir
Galata ile İstanbul arasındaki Haliç, savunma açısından büyük risklere gebeydi. Haliç’e asker dolu gemilerle giren herhangi bir donanma, şehrin pek de savunulmayan karnını da yarmış olurdu. Haliç boyunda uzanan Bizans duvarları şehrin batısındakiler kadar yüksek veya önemli değillerdi. Gemiler askerlerini bugünkü Sirkeci civarına indirebilse bu gemilerden inen yüz kişiyle imparatorluk sarayını zorlayabilirlerdi. Daha da kötüsü, savunanlar saldırının asıl istikameti olan Edirne tarafından buraya asker kaydırmak zorunda kalırlardı.
Bizanslılar bunun yerine demircileri toplayıp yüzlerce metre uzunluğunda dövme demirden bir zincir yaptılar. Bir ucu bugünkü Sepetçiler Kasrı’nda, Galata ucu da bugünkü Yeraltı Camii’nde takılı olan bu zincir Haliç’i deniz trafiğine kapatıyordu. Zinciri denizin ortasında kesmek gibi bir ihtimal zaten yoktu. Takılı olduğu yerlere de iyi savunulduğundan gemiler pek yaklaşamıyordu. Sultan Mehmet, gemileri karadan boşuna yürütmüş değildir bu yüzden. Başka çare kalmamıştır. Ayriyeten adamlar nasıl bir hınçla demir dövdülerse zincirin çoğu pek paslanmamış halde Deniz Müzesi’nde sergidedir.
Karadan yürüyen gemiler
Zincir kadar ucuz bir şeyle şehrin iki tarafını düşmana kapatan Bizanslıların oyununu bozmak, zincir çekmek kadar kolay olmamıştır haliyle ancak bu oyunun bozulacağını da surları savunan kimse beklememektedir. Teoride Haliç’e gemi indirmenin iki pratik nedeni vardır. Birincisi, Galata ile Konstantinopolis arasındaki erzak ve ekipman trafiği çok can sıkıcıdır. Bizans, Sultan’ın gözü önünde habire yardım almaktadır. İkincisi de Sultan Mehmet, Haliç boyundaki surların iyi korunmadığını görmüştür. Bu kısmı göstermelik de olsa tehdit ederek, Theodosius Surları’ndan bir miktar askeri buraya boşuna beklesinler diye çekmeyi arzulamaktadır. Gemiler kızaklara koyulup yağlı kütükler üzerinde Dolmabahçe’den karaya çıkmış, Tarlabaşı-Kasımpaşa’dan tekrar denize inmiştir. Az buz bir yol değildir yani.
Nitekim bu olayın fetih günüyle bir ilgisi yoktur. Gemiler 21 Nisan’da, fetihten 1 ay önce Haliç’e iner. İndiği gibi de Galata ile Konstantinopolis arası kayık sandal trafiğini durdururlar. Bizanslıların morali buna çok bozulur. 28 Nisan’da meşhur ateş gemilerini kullanarak Haliç’i temizleme operasyonuna girişirler. Ancak Osmanlılar daha önceden uyarılmıştır ve bu hesap boşa çıkar. Bizans ateş gemileri kayıplarla limana geri çekilir. Ertesi gün (29 Nisan’da) Bizanslılar buna misilleme olarak 260 Türk esiri surlara çıkarıp kafalarını keser. Zağanos Paşa da bunu bir zayıflık olarak algılayıp Haliç Duvarı’nı kuşatma sonuna kadar hiç durmadan taciz eder.
Ulubatlı Hasan
Türk kültüründe bu kadar düşük rütbeli bir askerin bu kadar unutulmaz olmasının başka eşi herhalde yoktur. Kendisinin geçmişi hakkında bilgi/veri elbette ki az, ancak İskoç tarihçi Lord Kinross, “Osmanlı Yüzyılları” kitabında kendisinden çok uzun bir “dev” olarak bahsediyor. Bursa’nın Karacabey kazası Ulubat Köyü’nden Hasan 29 Mayıs’ta duvara merdivenle tırmanmış; ok, taş ve mızrak yağmuru altında tepeye ulaşmış, bayrağı surlara dikip küçük bir kalkan ve eğri yatağanıyla beraber tepeye 12 arkadaşı daha tırmanana kadar da bayrağını korumuş. Daha sonra yere yığılmış; fetihten sonra cesedinde 27 ok yarası sayılmış. Yabancı kaynaklara göre bayrağı daha sonra yerinden sökülmüş ve surlar geri alınmış ancak bayrak Türkleri öyle coşturmuş ki o andan sonra tutulmaları mümkün olmamış. En sonunda biri çıkıp bu işin olabileceğini hayatı pahasına göstermiş. Türk kaynakları diktiği bayrağın surlarda Fatih hüküm sürdüğü müddetçe kaldığını söylüyor.
Viyana’ya da bayrak dikilseydi ikinci bir Ulubatlı efsanesi çıkar mıydı veya çıkarsa hangi köyden çıkardı söylemek zor.
Yağma
Yağma ya da gasp günümüzde 6 ila 10 yıl arası bir cezayı gerektiren bir suç olsa da 1400’lü yılların askeriyesinde bu bir tür teşvikti. Askerlere yağma izni verilmesi tarih boyunca askerlere tanınmış ve onların savaş gücünü artıran bir özellik olarak ordu komutanlarının ceplerinde taşıdığı bir tür opsiyonel silah olarak kullanılagelmiştir. Günümüzdeki gibi okul okuyup sınıf atlaması imkânsıza yakın olan Ortaçağ insanının rahat bir yaşam ile arasında yalnızca savaştan sağ çıkma ve elini çabuk tutma gibi iki adet derdi bulunuyordu. Fatih’in ordusu da bu adete riayet etmiştir. Fatih Sultan Mehmet vire ile teslim edilmeyen şehrin fetihten sonra askerler tarafından üç gün yağmalanmasına izin verdi.
Günümüz koşullarıyla kıyaslanırsa çok elim görüntüler ortaya çıkar. Zira kölelik de çağın bir gerçeğidir. Dolayısıyla İstanbul, insanların da yağmaya konu olduğu bir dönemde kuşatıldığından fetihten sonra kiliselere sığınan, evlerinde gizlenen halk saklandıkları yerden çıkartılıp sosyal statüleri veya bedensel özelliklerine göre tasnif edilmiş, aşağı sınıflardaki insanların çoğu köle pazarlarına yollanmış. Yabancı kaynaklara göre tecavüz ve kıyım fetih sonrası günlerde İstanbul’da yoğundur deniyor. Halk bundan kaçabilmek için üç gün boyunca saklanmış. Ancak Bizans saray tarihçisi Georgios Sphrantzes yağmanın sonunu şöyle anlatıyor:
“Şehrimizin düşüşünün üçüncü gününde Sultan şehre neşe ve zafer ile girdi. Ardından da bir açıklama yaptırdı. Dendi ki, ‘Bu şehirde yaşayan her yaştan insan artık saklandıkları yerlerden açığa çıkacaklar. Hâlâ serbest oldukları için kendilerine soru sorulmayacak.’ Daha sonra da şehri daha önce terk etmişlerin ve mülklerini kaybetmişlerin eşyalarını hak sahiplerine verdi. Eğer ki evlerine dönecek olurlarsa rütbe ve dinlerine bakılmaksızın, hiçbir şey değişmemiş gibi tekrar malik olacaklarını söyledi.”
Kaçanlar
Batı medeniyetinin en kalabalık şehri Türkler’in eline geçtiğinde şehirde daha fazla kalmak istemeyen Bizanslı Yunan şairler, eğitmenler -en başta Ioannis Argiropoulos ve Konstantin Laskaris- Latin dünyasına göç etti. Gittikleri yerlere özellikle de Floransa’ya kendi fikirleri ve Antik Yunan felsefe parşömenleriyle gittikleri için o ana kadar dini yobazlıkla yoğrulmuş İtalyan yarımadası kısa sürede felsefi bir aydınlanma yaşadı. Rönesans’ı tetikleyen ve Avrupa aydınlanmasının yolunu açan da bir anlamda son Bizanslılar olmuştu denilebilir. İstanbul’un fethi hiç gerçekleşmeseydi, Rönesans ve Reform ne kadar geriden gelirdi, bunu da kestirmek çok zor.
Kaçmayanlar
Bu grup çoğunluğu oluşturuyor. Zaten Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra ilk yaptığı işlerden biri Georgios Skolarios’u yeni patrik olarak atayarak Doğu Kilisesi’ni ve hemen hemen tüm Ortodoks Hıristiyanları’nı himaye altına almak oluyor. Ortodoks Kilisesi’ni yok etmeyi seçse Katolik Dünyası’nın ne kadar büyüyeceği ve Osmanlı’nın başına ne çoraplar öreceği de tartışmaya açık konular. Nitekim bu karar sonrasında İstanbul bu demografik heterojenliği imparatorluğun son günlerine kadar taşıyor. Hatta 20. yüzyıl başlarında nüfus sayımlarında gayri müslim nüfus ile Müslümanlar neredeyse yarı yarıya eşit çıkıyor. Rumlar, Galata ve Fener semtlerinde yaşamaya devam ediyor. Panaryot olarak da bilinen bu Rum-Osmanlılar, imparatorluğa gelecek dönemde birçok devlet adamı da hediye ediyor. Kurtuluş Savaşı sonrası nüfus mübadelesinde en sonunda kaçmak zorunda kalan bu gruptan kaçmaya direnen kısım da 6-7 Eylül Olayları neticesinde kaçıyor. Günümüzde özellikle adalarda 5-6 bin civarında gölge bir azınlık olarak kalan Rum cemaati, Bizans’ın diasporada olmayan son temsilcileri olarak kabul edilse herhalde yanlış olmaz.
Günümüze etkileri
Yunan-Türk çekişmesinin temelinde hâlâ fethin etkilerini görmek mümkündür. 1919’da Yunan toplumunda hortlayan “Megali Idea” İstanbul’un geri alınması ve Ayasofya’nın tekrar patrikhane olması üzerine yoğunlaşıp milliyetçi hislerle İzmir’i işgal edip bugün Kurtuluş Savaşı olarak bildiğimiz dönemi başlatmıştır. Günümüzde İstanbul’un fethi artık bir prestij, bir laf sokma nesnesine dönüşmüştür. Ne zaman bir Yunan kökenli futbol takımıyla eşleşilse “Since 1453” pankartının açılması farz olur. Öte yandan Yunanlar da her 29 Mayıs’ta Konstantin Palaiolagos’u anarken bol bol Türk düşmanlığı gösterir. Kendisinin bir yandan Yedikule’nin aşağılarında bir mağarada uyuduğunu ve vakit geldiğinde uyanarak İstanbul’u geri alacağına inanılır.
Bonus: Kenan Komutan
http://youtu.be/Uay9-OabqQc
İstanbul’un fethi ile ilgili bilmediğimiz pek çok şeyi bize öğreten bu arkadaşın da fetih konusu geçerken adının anılması lazım. Kendi fetih versiyonu gerçekle çelişse de artık kime ne! Dediğine göre 1918 yılında Osman Gazi, Orhan Gazi ve I. Murat ile beraber Eminönü Köprüsü’nde şarap içerken Fatih Sultan Mehmet kendisinden yardım istemeye gelir, Kenan da yalvar yakar topların başına geçer… Olaylar gelişir.