Mecid Mecidi, Cafer Panahi, Asghar Farhadi gibi iyi sinemacıların her ne kadar sansüre uğrasalar da ortaya çıkardıkları iyi örneklerle gelişme kaydeden İran Sineması günümüzde güzel zamanlarını yaşıyor.
Hollywood’un şaşaalı dünyasına karşılık insan olmaya ve hayat mücadelesine dair ne varsa, insani duyguları sömürmeden, bir de arkasına İran gibi söz konusu sinema olduğunda neredeyse her anlamda otosansüre uğrayan bir ülkeyi alan bu filmlere hayran olmamak elde değil.
Özellikle 2011 yapımı A Separation’ın (Jodaeiye Nader az Simin) En İyi Yabancı Dilde Film Oscar’ını kazanmasıyla yeniden gözleri üzerine çeken İran sineması örnekleri hayran olmak isteyenler için listelendi.
Cennetin Çocukları (Children of Heaven), 1997
Mecid Mecidi’nin hem İran sinemasında hem Dünya sinemasında konu “kanırta kanırta ağlatan filmler” olduğunda bir şampiyon olmasının sebeplerinden biri olan film, Ali’nin kız kardeşinin ayakkabılarını kaybetmesiyle başlıyor yolculuğuna. Küçük insanların büyük hikayelerini ve çocuk psikolojisini mükemmel şekilde işleyen bir film. Aynı zamanda Oscar’a aday gösterilen ilk İran filmi olma özelliğini de taşıyor.
Yakın Plan (Close-Up), 1990
Abbas Kiorastami’nin 90’larda İran sinemasının yükselişe geçme sebebi olan film, yarı-belgesel tadında olup bir filmin çekimini konu alıyor. Oyuncuların yazılıp çizilmiş bir karaktere bürünmeksizin kendilerini oynamasıyla da gerçekçiliğini pekiştiren film, uluslararası otorilerce de kendine özgün bir yer edinmişti.
Kara Tahta (The Blackboard/Blackboards), 2000
Sırtlarında kara tahtalarla İran’ın dağlık bölgelerindeki çocuklara okuma yazma öğretebilmek için gezen öğretmenlerin, savaş sırasında sınıra ulaşmaya çalışan çocukların hikâyelerinin anlatıldığı filmin yönetmeni yine bir yönetmen olan Muhsin Makhmalbaf’ın kızı Samira Makhmalbaf. Çoğunlukla yerel halkın oyuncu olarak kullanıldığı film Cannes başta olmak üzere birçok festivalden önemli ödüllerle döndü.
Rang-e khoda (The Color of Paradise), 1999
Mecid Mecidi’nin en iyi eserlerinden biri olarak kabul edilen film, Alireza Kohandeyri’nin müzikleriyle de ruhuna ruh katarak yönetmenin çocukları arka plana alarak anlattığı hikayelerin dramatizasyonunu iyiden iyiye pekiştiriyor. Ana karakteri kör bir çocuk olan film, Muhammed’in görmeyen gözlerinden anlatılıyor bize. Babalık duygusundan yoksunluğun yüreğinizin orta yerine oturacağı film, yine “kanırta kanırta ağlatan filmler” kategorisinde. Teşekkürler Mecid Mecidi.
Ta’m e Guilass (Taste of Cherry), 1997
97’de Cannes’da Palme D’or (Altın Palmiye) kazanan filmin yönetmenliği Abbas Kiorastami’ye ait olmakla birlikte intihar ettiğinde onu bir vişne ağacının altına gömecek kişinin arayışında olan bir adamı anlatıyor. Karakterimiz kamyonla oradan oraya dolaşarak onları bir çukura götürüyor ve o kendini öldürdükten sonra onu bu çukura gömüp gömmeyeceklerini soruyor. Kiorastami’nin intihar gibi dehşet verici olduğu kadar naif de olan bir olguyu arka plana İran’ın sosyo-ekonomik hayatını da alarak anlatması filmin gerçekçiliğini görünür kılıyor.
Jodaeiye Nader az Simin (A Separation), 2011
Berlin Film Festivali’nden Altın Ayı, Akademi Ödülleri’nden de Oscar ile dönen Asghar Farhadi’nin yönetmenliğini üstlendiği film; din, sınıf çatışması ve ahlaki sorumluluk meselesinin içine yargı problematiğini katarak saklanan önemsiz gerçekler ve söylenen küçük yalanların hayatı önemli boyutlarda değiştirecek kadar farklı sonuçlar doğurabileceğini gösteriyor. Sıkmadan iki saatin sonunda seyirciye birçok farklı bakış açısından olayları gösterip herkesin kendi yorumuyla, kendi doğrusunu çıkarabileceği bir yapboz çıkarıyor ortaya.
Safar-e Ghandehar (Kandahar), 2001
Muhsin Makhmalbaf’ın yönettiği film Afganistan’dan kaçarak Kanada’da yaşamaya başlayan bir gazetecinin geride bıraktığı kız kardeşinden gelen mektup üzerine Kandahar’a yaptığı yolculuğu anlatıyor. Gerçek olaylara dayanan film Cannes izleyicisiyle de buluşmuştu.
Offside, 2006
Berlin Film Festivali’nden Gümüş Ayı alan filmin yönetmeni, film çekme yasağına çarptırılmasıyla da gündeme gelen Cafer Panahi. İran toplumunun sahip olduğu anaerkil yapıya karşın buna bir çelişki olarak devrimden sonra kadınların stadda maç izlememe yasağına çarptırılması üzerine hoş ve naif bir film. Hoş ve naif olarak nitelendiriyor olsak da bu filmi, asıl altını çizmemiz gereken nokta elbette ülkede yaşayan kadınların ne denli bir baskı altında olduğu.
Lakposhtha Parvaz Mikonand (Turtles Can Fly), 2004
İranlı Kürt yönetmen Bahman Ghobadi’nin, Saddam Hüseyin’in düşüşünden sonra Irak-Türkiye sınırındaki çocukların yaşadıklarını anlattığı film; bu bölgede yaşayabilmek için, biraz para ya da yemek için canları pahasına kara mayını avcılığı yapan çocukları anlatır. Ghobadi, savaşın çocuklar üzerindeki travmatik etkilerine rağmen hayatta kalma sevinçlerini neredeyse el bombasını çiçeğe dönüştürür gibi bir iyimserlikle anlatır. Film, İspanya ve İngiltere’de düzenlenen film festivallerinden ödüllerle dönmüştür.
Bad Ma Ra Khahad Bord (The Wind Will Carry Us), 1999
Venedik Film Festivali’nde En İyi Film ödülünü alan Abbas Kiorastami yönetmenliğinde çekilen film, İran kırsallarında günlük yaşamın rutin akışını hiçbir klişeye başvurmadan son derece eğlenceli diyaloglarla anlatıyor. Kiorastami’nin alamet-i farikası olan filmlerinde sanki oyuncu değil de gerçek hayattan karakterler kullanıyormuş hissi ve anlatmak istediklerini alabildiğine yalın bir dille anlatması bu film için de ayrıca geçerli.
Avaze Gonjeshk-ha (The Song of Sparrows), 2008
Mecid Mecidi’nin kendisinin de belirttiği gibi özellikle insanın doğasını anlattığı bir başka film olan The Song of Sparrows, bir devekuşu çiftliğinde çalışırken işsiz kalan ve kızının bozulan işitme cihazını alabilmek için bu kez Tahran’a giderek çalışmaya başlayan Kerim’in hikayesini anlatıyor. Her zamanki gibi Mecidi’nin birçok filminde olduğu gibi insana ve hayata dair can alıcı, varoluşçu soruları seyirciyi rahatsız etmeden sorarak, samimi bir dille…
Darbareye Elly (About Elly), 2009
Yalan üzerine bir güzelleme olan Asghar Farhadi’nin bu ödüllü filmi, İranlı orta sınıf mensubu üç çift, bir dul adam, bir genç kız ve birkaç çocuğun deniz kıyısına tatile giderek dul adamla genç kızı bir araya getirmeye çalışmalarını anlatıyor. İlk bakışta eğlenceli bir yol ve aile hikayesi olarak görünen film, genç kızın birden kaybolmasıyla adeta janrlar arasında geçiş yaparak bambaşka bir hale dönüşüyor.
Yalanın doğası, insanlar üzerindeki etkisi, küçük bir yalanın olayların seyrini ne kadar saptırabileceği gibi konularda gidip geliyor film. Yalan konulu olmasından mütevellit kameranın taraf tutmaması, ortaya çıkan yalanlarla gidişatın sürekli değişmesi sebebiyle birden çok bakış açısı görmemiz filmi özgün kılan ögelerden.
Kadın Olduğum Gün (The Day I Became A Woman), 2000
İran Yeni Dalga sinemasının ön izlemesi olan Mohsen Makhmalbaf’ın eşi olan Marziyeh Meshkini’nin filmi, Toronto ve Venedik gibi önemli film festivallerinden eli kolu ödüllerle döndü. Üç bölümden oluşan filmde İranlı üç farklı kadının hayatlarından kısa kesitler sunuluyor. Bir yandan olgunlaşmaya mecbur bırakılan bir çocuğu, diğer yandan İran toplumunun dinamikleri gereği ataerkil baskıya maruz kalan bir kadını, bir de boşa geçen bir ömrü izliyoruz.
Baran, 2001
Montreal Film Festivali’nden En İyi Film ödülüyle dönen Mecid Mecidi filmi, Sovyetler’in Afganistan’ı işgal etmesiyle binlerce Afgan vatandaşın İran’a sığınmasıyla ülke sınırlarında yaklaşık bir buçuk milyon Afgan mültecinin asimilasyonunu anlatır. Yeni gelen nesil ülkelerini hiç görmemiştir ve adeta kimliksizlerdir. Bir şekilde inşaatlarda kaçak amelelik yaparak hayatlarını kazanırlar. Film de bu inşaatlardan birinde çalışan Latif’in başka bir Afgan kızı olan Baran’a duyduğu iç parçalayıcı aşkını konu alır.
Khane-ye Doust Kodjast? (Where is the Friend’s Home?), 1987
Yine bir Abbas Kiorastami filmiyle kapattığımız listemizin son maddesi film, ilkokul öğrencisi bir çocuğun, sınıfta yanlışlıkla çantasına karışmış olan defteri sahibine ulaştırmak amacıyla verdiği uğraşları anlatıyor. Film, bir cümle ile özetlenebilecek son derece basit bir konunun nasıl başarılı şekilde bir uzun metraja dönüşebileceğine de güzel bir emsal.