“İnsanın şiirleri insanın alın yazısıdır, isteseniz de istemezseniz de size kendilerini yaşatırlar” diyen, “Türkçem, benim ses bayrağım” diye haykıran bir koca şair!
Huzurlarınızda Fazıl Hüsnü Dağlarca, hayatı ve şiirleriyle…
Bu Eller miydi?
Bu eller miydi masallar arasından?
Rüyalara uzattığım bu eller miydi?
Arzu dolu, yaşamak dolu,
Bu eller miydi resimleri tutarken uyuyan?
Bilyaların aydınlık dünyacıkları
Bu eller miydi hayatı o dünyaların?
Altın bir oyun gibi eserdi
Altın tüylerinden mevsimin rüzgarı.
Topraktan evler yapan bu eller miydi
Ki şimdi değmekte toprak olan evlere.
El işi vazifelerin önünde
Tırnaklarını yiyerek düşünmek ne iyiydi.
Kaybolmus o çizgilerden
Falcının saadet dedikleri.
O köylü çakısının kestiği yer
Söğüt dallarından düdük yaparken…
Bu eller miydi kesen mavi serçeyi?
Birkaç damla kan ki zafer ve kahramanlık.
Yorganın altına saklanarak
Bu eller miydi sevmeyen geceyi?
Ayrılmış sevgili oyuncaklardan
Kırmış küçücük şişelerini.
Ve her şeyden ve her şeyden sonra
Bu eller miydi Allah’a açılan?
26 Ağustos 1914 tarihinde İstanbul’da doğdu. Süvari yarbayı Hasan Hüsnü Bey’in oğludur. İlköğrenimini Konya, Kayseri, Adana ve Kozan’da, ortaöğrenimini Tarsus ve Adana Ortaokulu’ndan sonra girdiği Kuleli Askeri Lisesi’nde 1933 yılında tamamladı.
Yalnızlığım
Ilık bir su gibidir içimde yalnızlığım,
Yalnızlığım, ruhumda uzak bir ses gibidir.
Her sabah ufuklardan mavi şarkılar gelir,
Ve her sabah ürperir içimde yalnızlığım.
Güneşim aydan sarı, yarınım dünden zorsa,
Sarsın artık ömrümü tunç kandillerin isi
Üşüyen ellerimden tutmalıydı birisi,
Eğer benim gözlerim onları görmüyorsa.
Bir camın arkasında açılıyor güllerim,
Havuzum pırıl pırıl… yıkar bakışlarımı.
İşler temiz ziyalar suya nakışlarımı;
Ruhumun dünyasından eser tahayyüllerim
Rüya rüzgarlarında bir yaprak yalnızlığım
Düşüncem bir neydir ki ürperir perde perde
Belki bu mısralarım esecek gönüllerde
Fakat herkese uzak kalacak,yalnızlığım.
1935’te piyade subayı göreviyle Doğu ve Orta Anadolu’nun, Trakya’nın pek çok yerini dolaştı. Ordudaki hizmeti on beş yılı doldurunca, ön yüzbaşı rütbesiyle 1950 yılında askerlikten ayrıldı.
Dört Yapraklı Yonca
Çıkamaz çocukluğundan dışarı
Kimse.
Oynamamız bundandır.
Kara toprakla binlerce yıl.
Çıkamaz çocukluğundan dışarı
Kimse.
Bundandır sevmemiz
kiraz ağaçlarını.
Çıkamaz çocukluğundan dışarı
Kimse.
Kardeşliğimiz bundandır
Mavi sularla binlerce yıl.
Çıkamaz çocukluğundan dışarı
Kimse
Bundandır inanmamamız
Kocaman bombalara.
1952 – 1960 yılları arasında Çalışma Bakanlığı’nda İş Müfettişi olarak çalıştı. Buradan ayrıldıktan sonra İstanbul Aksaray’da “Kitap” kitabevini açtı ve yayıncılığa başladı. Ocak 1960 – Temmuz 1964 yılları arasında dört yıl Türkçe isimli aylık dergiyi çıkardı.
Söyle Sevda İçinde Türkümüzü
Söyle sevda içinde türkümüzü,
Aç bembeyaz bir yelken
Neden herkes güzel olmaz,
Yaşamak bu kadar güzelken?
İnsan, dallarla, bulutlarla bir,
Ayrı maviliklerden geçmiştir.
İnsan nasıl ölebilir,
Yaşamak bu kadar güzelken?
İlk yazısı 1927’de Yeni Adana gazetesinde yayınlanan bir hikâyedir, İstanbul dergisinde 1933’te çıkan “Yavaşlayan Ömür” adlı şiiriyle adını duyurmaya başladı. Varlık, Kültür Haftası, Yücel, Aile, İnkılâpçı Gençlik, Yeditepe ve Türk Dili dergilerinde şiirleri çıktı. Bugüne kadar kendisine birçok ödül verilen şair 1967’de ABD’deki Milletlerarası Şiir Forumu tarafından “En iyi Türk Şairi” seçildi.
Çocuk Kuş
Bir kuştu,
Allı allı bir kuş.
Her tüyüne bir çiçek bağladılar
Uçmadı o.
Bir kuştu,
Mavili mavili bir kuş.
Her tüyüne bir boncuk bağladılar
Uçmadı o.
Bir kuştu,
Yeşilli yeşilli bir kuş.
Her tüyüne bir çocuk kordelası bağladılar
Uçtu o.
Fazıl Hüsnü Dağlarca Türk Dil Kurumu Yönetim Kurulu üyesiydi. Dil Devrimi’ne ilişkin düşüncelerini Türk Dil Kurumu Koçaklaması’nda şöyle dile getirmiştir:
“Türk Dil Kurumunu kurarken Mustafa Kemal’in tek mutsuzluğu vardı; Türkçeyi sevdiğini, daha Türkçe söyleyememek, kimilerinin şimdi tek mutluluğu var Türkçeyi sevdiklerini daha Osmanlıca söylemek…”
Gönlümün İntihar Arzusu
Yaprak kokularında akşamı duyuyorum
Ki beni yokluk denen yere yaklaştıracak.
Yaprak kokularında akşamı duyuyorum
Ki alnımda sulardan şarkılardan bir şafak.
Sükûn bir gemi olur, gece bir deniz şimdi
Ki yelken gibi açmış yasını gençliğimin.
Sükûn bir gemi olur, gece bir deniz şimdi
Ki geçer dalgaları içimden serin serin.
Rüzgâr istiyorum ben ruhumun güllerine
Ki bir anda yaşasın iç içe rüyalarım.
Rüzgâr istiyorum ben ruhumun güllerine
Ki dökülsün, dağılsın, yok olsun hülyalarım.
“Türk şiirinin büyük şairi” olarak tanımlanan Dağlarca, 94 yaşında zatürre tedavisi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi. Evini Kadıköy Belediyesi‘ne bağışlayan Dağlarca, Mühürdar Caddesi’ndeki evinin müzeye dönüştürülmesi için vasiyette bulunmuştu. 20 Ekim 2008’de Karacaahmet Mezarlığına defnedildi.
Çocuksuz Geceler
Bu gece beni terk ettin çocuğum
Ki hala ellerimde bir şafak.
Herkes ölürken son anda
Bir gece hatırlayacak.
Birikti serçeler saçaklara
Davetler gibi uzaklardan.
Ülkeler midir ki varılmaz
Uykular içre kalan.
Vaktin saadetiyle durmuş
Kağıt gemilerim ve rüzgar.
Seyretsin sonsuz hudutları,
Harap kalelerinde krallar.
Çocuğum tarlalar sarardı,
Nur gibi olgun başak.
Herkes ölürken son anda
Bir çocuk hatırlayacak.
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın gençlere şiir için neler söylediğine Ahmet Yıldız’ın Dağlarca’nın ölümünün 4.Yılında yazdığı bir yazısından alıntı yaparak bakalım:
“Büyük şiir, Türkçenin dibine varmaktır; çünkü Türkçe daha dokunulmamış bir gömüdür. Hangi ülke dile el atmış ve çözmüşse o uygar olmuştur. Uygarlığı dil ile birlikte ele almak gerekir. Türkçe muazzam bir dünyadır, çok başka bir şeydir… Kim ki konuşması gereken yerde güzel Türkçeyi kullanmaz da susar ya da Arapça, Farsça konuşur; ki onlar yaşamlarını yok etmişlerdir. İnsanın şiirleri insanın alın yazısıdır. İsteseniz de istemezseniz de size kendilerini yaşatırlar. Şiiri seversen şiir de seni sever. Gerçek şiir büyük bir coğrafya ve tarihtir. Önceyi, bugünü ve sonrayı da kapsar. Asıl şiir, beyindeki değişik katmanların birbirini anlamasıdır.”
Deniz Feneri
Uzanmış koca burun açık denize doğru,
Lacivert ve gri gecenin değerinde.
Karanlıkla başlar bir dünya sevgisi,
Deniz feneri parlar,
Talihe aldırmadan kayalar üzerinde.
Bulutlar birleşir alaca düzlüklerde,
Çöker uzak limanlardan bir sis.
Bir sıkıntı başlar karanlığında kaderin,
Bildirir, yanınca yanınca,
Ömrün neresindesiniz, aşkın neresindesiniz?
Yüreğin mi daralıyor, yıldız ışığında,
Bırak anılar gitsin biraz daha geri.
Ruhu götürmeden vakit yürüyebilir,
Düşün nasıl durmuş sabırla yüzlerce yıl,
Hep bu benekte bu deniz feneri.
Bak deniz savaşlarına, yaşlı korsanlara,
Uçan dalgalara, uyuyan rüzgara bakmış,
Bir tek göz kadar kara ve mavi,
Enginle boş,
Kısmetsiz balıkçılara bakmış.
Saçlarında tuz kokan, ölü kokan bir serinlik,
Yüzünde bir fırtına tadı.
Durursun yorgun, umutsuz,
Birden bir daha yanıp söner, sevinçle titrersin,
Bir şey, belki de yaşaman uzadı.
Fazıl Hüsnü bir anısında şöyle anlatır:
“Cemal Süreya benim şiirimi ikiye ayırmış; sezgi dönemi, akıl dönemi. Tabii benim için iyi duygularla bir şeyler söylemiş. Oysa benim şiirimde akıl makıl yoktur! Bir otun ne kadar aklı varsa şiirimde o kadar akıl vardır. Benim şiirimde yaşamın doğallığı vardır. Ben bir bitkiyim, bir ağacım… Yeşil, sarı, kahverengi filan olurum. Ben bir ağaçtan başka bir şey değilim. Yemin ediyorum. Doğadaki bütün yaratıklarla ben eşitim.”
Hasret
Sevgimi unutmak için seyrederim bir tabloyu, bir mermeri,
Ki ne kadar dalsa ruhum yeniden döner geriye:
Okurum düşüne düşüne okuduğun şiirleri,
Senin düşüncen geçerken üzerlerinde bir sıcaklık kalmıştır diye
Ayhan Bozkurt’un kaleminden:
“İyi şiir yazmakla şair olunmaz… S.tir Git!” Bu sözleri hiç unutmadım. Bu şiir yazanlara ders olsun! Kadıköy’deyim… karşımda bir başka şair arkadaşım aynı zamanda yayıncım oturuyor. İlk kitabım çıkacak… Ödül almışım… Artık şairliğim tescil olacak! Bu sırada oturduğumuz yerin hemen önünden ‘biri’ geçiyor. Biri diyorum çünkü o geçen adamın Fazıl Hüsnü Dağlarca olduğunu o ana kadar bilmiyorum. Arkadaşım; “Bak, şansa bak, Dağlarca geçiyor” dedi.
İlk defa görüyordum, hem de bu kadar yakından. Hemen masadan kalkıp yanına koştum. Koluna girip; “Hocam merhabalar, nasılsınız?” diye sordum. Kalın gözlük camının arasından bana sertçe baktı. Elindeki bastonun yardımıyla beni biraz itip,
-Kimsin sen, diye sordu, sert bir ifadeyle.
-Şairim, dedim.
İşte o an olanlar oldu… Bastonunu kaldırdığı gibi kafama geçirdi. Neye uğradığımı şaşırdım. Ardından bastonla rastgele vurmaya başladı. “Hocam, özür dilerim, ben…” diyecek oldum. O durmadan vuruyor ve avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
-Ben 100 yaşına gelsem şairim demem kendime, s.tir git.
Demez olsaydım… Pişmandım, farkına varmıştım ama iş işten geçmişti.
Dağlarca vurmaya devam ediyordu hem de nereme denk gelirse;
-Şair olmak kolay değildir, iyi şiir yazmakla şair olunmaz… S.tir git!
Çevreden insanlar girdi araya, kurtardılar beni bastonun darbelerinden. Sonra o bağıra çağıra yoluna devam etti. Arkasından öylece bakakaldım…
Nereye
Nereye sevdiğin benim, inandığım nereye,
Rüyaların yarasalar gibi uçuştuğu geceler içinden.
Dalgınlığımla hareketlerini seçemiyorum,
Varlığının altın kafiyesini arıyorken ben.
Hangi dünyaları dolaştıktı bilmiyorum,
O nasıl bir adaydı, nasıl bir deniz .
Gök, bir söğüt dalı gibi eğilmişti sulara doğru,
Ve eğilmiştik o dal gibi hayata doğru ikimiz.
Kim ellerini alnımda gezdirirken o ten, ses ile,
Bana kalbin musikisini verecek, haberi olmadan.
Geceyi avuçlarımda siyah bir gül gibi duyuyorum,
Ve sen misin bilmiyorum bu gülü bırakan.
Nereye, ey göz yaşlarımın sıcaklığı,
Ki başka birisi yok beni duyan.
Rüyalar nereye gidiyor, anlamıyorum;
Ve sen nereye gidiyorsun, hatıralardan.
Aradan uzun bir zaman geçti. Ölmeden iki üç ay önceydi, ziyaretine gittim. Kadıköy’deki evinde uzun uzun sohbet ettik. “Şairlik halim selimliktir” dedi. Öfkeliydi; “bu halk var ya, kişilik sakatlığı yaşıyor, şiirden ne anlar, ben ne diyorum ki… Sen şairsen bir namazın en önemli rekatındasındır yazarken” dedi. Bana kızdığı günü dün gibi hatırladı, gülümsedi. “Sana açıkça bir şey ifade edeyim” dedi. “Artık dünya üzerinde şiirin pek önemi kalmadı. Bu çağın getirdiği bir durum. Biz şiirle yazışırdık. Yazdığımız şiirler merak edilirdi, elden ele dolaşır okunurdu. Şimdi böyle bir dünya yok… Samimi olmam gerekirse, sinemayla uğraş. Şiir yazma demiyorum ama pek ehemmiyet arz etmeyecektir, en geçerlisi bu…” Kadıköy Fazıl Hüsnü Dağlarca sokağında yürüdüm… Avazım çıktığı kadar bağırmak istedim usta şairin dizelerini…
Biz de yüz yaşındaki bu koca çınarı ölüm yıl dönümünde saygıyla anıyoruz… Şiirleri ebedi, ruhu şâd olsun…
Not: Yazının bir kısmında şurada aktarılan bir anıdan faydalandık.