Sonbahar geliyor, daha doğrusu Eylül…
İstanbul’u gezmek için en güzel zaman. İşte bu güzel mevsimde İstanbul’un görülesi en güzel köşelerinden birini gezmek isterseniz diye sizlere rehberlik yapalım dedik.
Buyurun Altın Boynuz’un tepelerinden kıyılarına doğru süzülerek Eyüp Balat Fener hattında şöyle bir gezelim hep birlikte.
Hiçbir şey deniz yolculuğunun yerini tutamaz
Boğaz’ın güneyinden batısına doğru uzanan boynuz şeklindeki yapısından dolayı İlk Çağ’da Khrysokeras yani Altın Boynuz olarak anılan ve Avrupalıların “Golden Horn” olarak bildikleri Haliç, İstanbul kültür ve turizminin temel taşlarından biridir. Ve burada ilk ziyaret edilecek yer de tabii ki Eyüp’tür.
Eyüp’e gitmenin en güzel, en keyifli yolu ise bize göre kısa bir deniz yolculuğu olabilir. Anadolu yakasında oturuyorsanız Üsküdar’dan, karşı taraftaysanız Karaköy veya Eminönü’nden bineceğiniz motor, Haliç’ten süzülerek sizi Eyüp’e ulaştırır.
İstanbul’un en kutsal köşelerinden biridir Eyüp
Eyüp, İstanbul’un en eski ve en uhrevi mekanlarından biri. Eyüp denince de ilk akla gelen tabii ki Eyüp Sultan Camisi ve türbesi. Eyüp Sultan’ın manevi varlığı semtin bütün köşelerine sinmiş adeta, oraya her gittiğimizde geçmiş zamanların Eyüp’ünü arasak da…
Galiba şimdilerde, o eskilerde yaşanan manevi hava ve saygı kavramı değişmiş. Eyüp Sultan Camisi’nin avlusu, türbesi ve semtin meydanı sanki bir karnaval meydanına dönüşmüş. Çeşit çeşit satıcı, çoluk çocuk, kadın, erkek… Bir hengame, bir karmaşa, avaz avaz konuşmalar, bağrışlar çığrışlar, velhasıl eskiden büyük bir saygıyla ve sessizce ziyaret ettiğimiz Eyüp’te artık o eski ruhani havayı bulamazsınız, ama güvercinler tıpkı eskiden olduğu gibi salınıyorlar meydanda özgürce.
“Ağır ağır çıkacaksın o merdivenlerden” diyen şairi dinlemek lazımdır
Eyüp’e gidilir de hiç Piyer Loti’ye çıkılmaz mı? Çıkılır tabii, yarı merdiven yarı yokuş o yoldan teleferikle (o da bir seçenek tabii) değil yaya olarak çıkmaktır marifet. O “serin serviler altında” ebedi mekanlarında yatan Necip Fazıl, Fevzi Çakmak, Ahmet Haşim, Ziya Osman Saba ve daha nicelerini rahmetle anıp devam edilir yola. Yolun iki yanında dizilmiş birbirinden güzel, sevimli onlarca kedi ve kedi yavrusu karşılar sizi, her birini sevip okşarken tepeye nasıl vardığınızı anlamazsınız zaten.
Belki de “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” denilen tepe burasıdır
Haliç’in o ünlü panaromasının seyredileceği en iyi bölge olan Pierre Loti tepesine çıktığınızda; ünlü Fransız yazar Pierre Loti’nin adını taşıyan kahveye ulaşırsınız. İstanbul’da uzun dönemler yaşayan ve gerçek bir İstanbul aşığı olan Pierre Loti’nin İstanbul’a ilk kez 1876 yılında bir Fransız gemisiyle, görevli subay olarak geldiği, Âziyâde adlı romanına adını veren kadınla burada tanıştığı, İstanbul’da bulunduğu zamanlarda Eyüp’te yaşadığı anlatılır kaynaklarda. Bir Türk dostu ve İstanbul hayranı olan Pierre Loti’nin yaşamından kareleri, kahvenizi yudumlarken izleyebilirsiniz bu minik mekanda. Eğer Haliç’e ve Tarihi Yarımada’ya kuş bakışı bakmak isterseniz biraz daha yukarıya çıkıp oradaki restoranda hem karnınızı doyurur hem de o eşsiz manzarayı doya doya seyredersiniz.
Balat İstanbul’a ilk gelen Yahudilerin yerleştikleri mekandır
Eyüp’ten çıkıp Ayvansaray’ı geçtikten sonra Balat’a gelirsiniz. Haliç’in en eski yerleşim yerlerinden olan Balat’ın, 15.yüzyılda İspanya’da Engizisyon’dan kaçıp II. Bayezid’in davetiyle İstanbul’a gelen Sefardim Yahudilerinin (Safarad) yerleştiği mekan olduğunu söyleyebiliriz. Yahudi evlerinden günümüze kalan örnekler mahallenin içlerine doğru çoğalır. Bunlar genellikle üç katlı, dar ön yüzlü, ikinci ve üçüncü katlarında cumba gibi çıkmaları olan binalardır.
UNESCO, semti Dünya Kültür ve Doğa Mirası korumasına almıştır
Balat adı, Rumca saray anlamına gelen Palation sözcüğünden geliyor. Önceleri İstanbul’un kapılarından birine verilen bu ad, sonraları semtin adı olmuş. İstanbul’un 1985 yılında, UNESCO tarafından Dünya Kültür ve Doğa Mirasını Koruma Sözleşmesi’ne dahil edilen semtin ara sokaklarına girdiğinizde yıkık, harap ve hüzünlü evlerle, restore edilmiş ya da edilmekte olan rengarenk evleri görürsünüz. Bir köşede duran minik tarihi mescitle biraz ötesindeki koca bir kilise birbirlerini saygıyla selamlar adeta. Kapıların önünde oturan kadınlar, sokaklarda oynaşan sevimli çocuklar karşılar sizi bu sokaklarda.
Cami, havra, kilise burada da yan yana durur
Tarih boyunca, Yahudilerin, Rumların ve Ermenilerin en gözde yerleşim yeri olan Balat’ta bu kültürlere ait birçok eser yer alır. İlerleyen zamanlarda Türkler de bu semtte yerlerini alarak azınlık gruplarıyla barış içinde yaşamış ve Balat’a şu anki önemini kazandırmıştır. Bu sebeple Balat da tıpkı Kuzguncuk gibi, yüzyıllardır üç inancın bir arada, hoşgörü içinde yaşadığı bir semt olmuştur. Günümüzde ise göçler sebebiyle Yahudi nüfus hayli azalmıştır.
“Burası Agora Meyhanesi burada yaşar aşkların en divanesi en şahanesi”
http://youtu.be/DTz0fatXUK8
Tarihi 123 yıl öncesine dayanan, her dönemin ünlü isimlerini ağırlayan ve oldukça popüler olan Agora Meyhanesi’nin de Balat’ta yeni mekanında yeniden can bulduğunu öğreniyoruz bu arada. Bir döneme imzasını atan mekanın tozlu geçmişinde Özdemir Asaf’ın şiirleri, Necip Fazıl Kısakürek’in demlendiği akşamlar, Aysel Gürel’in Vedat Akın’la olan aşkı ve daha nicesi saklıdır…
Çıfıt Çarşısı günümüze dek bir şekilde yaşamaya devam eder
1492’de İspanyol Engizisyonu’ndan kaçıp İstanbul’a gelen binlerce Yahudi, Balat’a yerleştiğinde buradaki “Çıfıt Çarşısı”nda iş kurmuş. Leblebiciler Sokağı olarak da anılan çarşıda bugün Türk esnaf çoğunlukta ve burada eski usulde hizmet veren minicik, çok eski tabelalı esnaf lokantaları, ayakkabı tamircisi, şekerci, kasap, eczane, terzi gibi pek çok dükkan rengarenk vitrinleri ve güler yüzlü sahipleriyle halen hizmet vermekte.
“Kırmızı Mektep” Fener Rum Okulu bölgenin simgelerindendir
Balat’tan Fener’e doğru yol alırken yukarıya doğru çıkan merdivenli ya da çok dik yokuşlu yolları görürsünüz. İşte bu merdivenli yolların birinde size tepeden bakan, muhteşem mimarisiyle adeta bir kartala benzeyen kızıl bir bina çıkar karşınıza. İstanbul’da faaliyet gösteren çok az sayıda kalmış Rum eğitim kurumlarından biri olan bu bina Fransa’dan getirtilen kırmızı tuğlalardan yaptırıldığı için halk arasında “Kırmızı Mektep” diye de anılmaktadır. Okulun tarihi Fatih Sultan dönemine dayanmakta, ama sanıyoruz ki artık çok az öğrencisi olduğu için kapanma tehlikesiyle karşı karşıya bu güzel okul.
Mesnevihâne ise Mevlânâ’nın öğretilerini anlatır öğrencilerine
Fener’de “Kırmızı Mektep”in hemen yanında İsmail Ağa Sokağı’nın sona erdiği meydandaki camilerden biri de Şeyhi Mehmed Murat Efendi tarafından Mevlana’nın ünlü eseri Mesnevi’nin okunup öğretilmesi amacıyla avlusundaki odalar ile birlikte 19. yy’da yaptırılmış olan Mesnevihâne Camisi’dir. Ama ne yazık ki bugün bu zarif cami restorasyon adı altında özgün halini kaybetmiş görünüyor.
Boğdan Beyi Dimitri Kantemir de burada yaşamıştır
Dimitri Kantemiroğlu Osmanlı Devleti’ne bağlı Boğdan eyaletinin beyi, Romen asıllı bir tarihçi ve yazar, İstanbul’da yaşadığı süre boyunca Klasik Türk Müziği’ne büyük katkılarda bulunmuş bir müzik uzmanıymış aynı zamanda. Dimitri Kantemiroğlu’nun İstanbul Fener’de kaldığı ev, “Dimitrie Kantemir Evi” diye biliniyor ve restore edildikten sonra bu isimle müze haline getirilmiş.
İnsanlar yoksuldur buralarda ama gönülleri zengindir
Balat ve Fener’in o daracık yokuşlu yollarına saptığınızda sanki bir film platosunun içinde bulursunuz kendinizi… Eski, yıkık dökük, virane evler; o evlerin arasına gerilmiş iplerde uçuşan rengarenk çamaşırlar, eli yüzü kir içinde koşuşturan çocuklar ve tüm o sokaklara sinmiş yoksulluk ve yoksunluğa karşın gülümseyen yüzler, ışıldayan bakışlar…
“Benim de fotoğrafımı çeker misin” diye poz veren güleç yüzlü çocuklar… Bu semtin yerli halkının yanı sıra, şimdilerde ülkelerindeki savaştan kaçıp buralara sığınmış insanların da en az buranın insanları kadar mutlu olduklarını görüp şaşırırsınız.
Rum Ortodoks Patrikhanesi uluslararası bir öneme sahiptir
İstanbul’un fethinden sonra, gayrimüslim olan toplumların yaşayışına dair düzenlemeler, Fatih Sultan Mehmet’in çıkardığı fermana bağlanınca Fener Rum Patrikhanesi de denilen Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin yasal statüsü süreklilik kazanmıştı. İşte bugün Fenerdeki Rum Ortodoks patriği, bütün Ortodokslarca o zamandan beri dünya patriği sayılır ve Fenerdeki Patrikhane’de hizmet vermektedir.
Demirden yapılmış Bulgar Kilisesi dünyanın ilk prefabrik yapısıdır
Ara sokakları bitirip yeniden Haliç sahiline çıktığınızda şu sıralar restorasyonda olan Fener’in en ilginç yapılarından biriyle; fazlasıyla ihtişamlı, fazlasıyla yalnız ama bir o kadar etkileyici Bulgar Kilisesi ile karşılaşırsınız. Nam-ı diğer Sveti Stefan olan bu kilisenin tamamı demirden, neo-gotik üslupta yapılmıştır. Milliyetçilik rüzgarlarının pek hızlı estiği 1800’lerde, Bulgarlar, Ortodoks Rum Patrikliği’ne karşı kendi bağımsız kiliselerini kurmak istemişler, ancak padişah Abdülaziz hem patrikhane ile arayı bozmamak için, hem de “bunlar bizim başımıza da bela olur” kaygısıyla işi zora koşmaya çalışmış ve onlara “kiliseyi üç ayda tamamlarsanız izin veririm” demiş. Onlar da kiliseyi, Viyana’da demirden döktürüp, sonra da Tuna-Karadeniz yolundan taşıyıp yetiştirmişler. Tarihteki ilk prefabrik bina sayılan kiliselerine de çok iyi bakmışlar ki hâlâ dimdik ayakta durmaktadır.
Yavuz Selim Camisi’nin manzarası ise bir başkadır
Sahilden tekrar içeri girip o dik yokuşlardan biraz daha yukarıya Fatih taraflarına doğru çıkarsanız bir başka kutsal mekanı, İstanbul’un 7 tepesindeki 7 selatin camiden biri olan Yavuz Selim Camisi’ni görürsünüz. Haliç’in en güzel manzarasını seyredebileceğiniz caminin avlusundan çıktığınızda İsmail Ağa Mahallesi denilen, caminin olduğu bu semt size İstanbul’un bir başka yüzünü gösterse de siz Yahya Kemal‘in
Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
Mısralarını geçirerek içinizden, gezinizi sonlandırabilirsiniz.
Balat’tan Süleymaniye’ye bonusu:
Serhat Aslan & Mesut Tuna
Not: Listedeki görsellerin büyük bir kısmı Muzaffer Cemile Korkmaz’a aittir.