Öncelikle distopyanın ne olduğunu açıklamaya çalışalım: Distopya, ütopyanın karşılığı olarak kötü, karamsar, kıyamet senaryoları içeren bir dünya üzerine kurulu hayal anlamına gelir.
Herkesin kıyameti kendine tabii. Size göre dünya ayran tsunamisi altında kalabilir, ülkeyi yönetenlerin bıyıkları sizi halının altına süpürebilir, o biraz hayal gücünüze kalmış. Kendi distopyanı kendin yarat isimli çalışmalarımız yakında başlayacak.
Yalnız birkaç distopya eseri var ki bakkala gittim distopya aldım bilinirliğinde olan; tabii ki Hayvan Çiftliği, 1984 ve Cesur Yeni Dünya gibi kitaplardan bahsediyoruz. Distopyanın anlamını bilmeseniz dahi bi George Orwell, bi Aldous Huxley olsun, bu yazarları mutlaka duydunuz, eminiz.
Peki ya distopya filmleri? En basit haliyle kötü gelecek olarak tanımlayabileceğimiz distopya, Superman’in kırmızı donuyla dünyaları kurtardığı filmlerde göremeyeceğiniz bir anlayışa sahip. Distopik gelecek kötüdür, karamsardır, insanlık için umut yoktur ve insanoğlu bir zamanlar efendisi olduğu varlığın kölesi haline gelmiştir ya da doğal afetler anasını ağlatmıştır.
Herkesin kıyameti kendine dedik ya, işte orada makineler tarafından mı yoksa fareler tarafından mı yönetileceğimize karar vermek devreye giriyor. Biz de üşenmedik, biraz kafayı sıyırmış her yönetmenin el attığı distopik filmler kuşağına bıraktık kendimizi.
Metropolis (Fritz Lang, 1927)
Amiyane tabirle zengin oğlanla fakir kızın efsanevi aşkı üstünden felsefesini yediren, zamanının ilk distopik filmi olarak gösterilen ve kapitalizmi ıslak odunla kovalayan başyapıt, bu türün özellikle Alman sineması üzerinden nasıl çekildiğini görmek isteyenler için nevi şahsına münhasır bir yapıt.
Niteliksiz bilgi: Hitler’in en sevdiği film imiş.
Alphaville (Jean-Luc Godard, 1965)
Modern dünyanın izole ortamında her şeyin “tıkırında” gittiği, denklemin iki tarafının birbirini eşitlediği, matematiksel açıdan mükemmel fakat anlamı olmayan bir dünyada aşkın irrasyonel olarak kabul edildiği bir dünya. E doğal olarak tüm kurallara baş kaldırıp aşık olan iki insan. Post-apokaliptik filmlerin ekmeğini yediği birkaç şey; hastalıklar, felaketler, robotlar, robotlar yoksa da robotlaşmış duygusuz insanlardır. Kategorisini bu robotlaşmış insanlardan alan film duygusallığın zayıflık olduğunu temel alan felsefesiyle klasik Hollywood yapımı dünyayı yok etmeye yeminli uzaylılarla bezeli olmayan bir bilimkurgu olmasıyla çizginin kesinlikle dışında.
Fahrenheit 451 (François Truffaut, 1966)
“Kitap okuyup n’apacan, ders çalış ders!” diyen ÖSS annesinin ait olduğu bu film kitapları yakmakla görevli bir itfaiyecinin görevini sorgulamasıyla ve tabii ki tek kişilik orkestra görevi üstlenerek rejimi yıkmaya çalışmasını anlatıyor. Çoğu distopik film gibi kitaptan uyarlama olan bu şaheseri izlerken sizden tek ricamız “Çok gezen mi çok okuyan mı?” sorgusunu bir yana bırakmanız. Kitaptan bir alıntıyla bitirelim;
“… bitişik evdeki kitap, dolu bir silahtır. Yakın gitsin. Silah ateş etmesin. Adamın kafasını koparın. İyi okumuş bir adamın hedefi olmayacağını kim bilebilir ki? Ben mi? Ben böylelerini hazmedemem, bir dakika bile… Sonunda tüm dünyada evlerin hepsi yanmaz duruma getirilince, eski amaçla itfaiyecilere gerek kalmadı. o zaman onlara yeni bir görev verildi; barışın koruyucuları olarak, resmi sansürcüler, yargıçlar, infazcılar oldular. İşte sen ve ben bunlardan biriyiz…”
A Clockwork Orange (Stanley Kubrick, 1971)
Anthony Burgess’in üniversiteye geçen her yeni gencin kitaplığına koyduğu, öğrenci ortamlarının sinema uzantısının Kubrick filmleri olduğu yerde baş tacı olan film, Kubrick’in diğer filmleri gibi “rahatsız edici”. Rahatsız edici çünkü film boyunca size şiddeti yediriyor, sanatın sterilliğini ortadan kaldırıyor ve bir bakıyorsunuz ki aslında izlediğiniz şiddet sahnelerinden korkmaktan çok etkilenmişsiniz. Aynısını değil ama benzer bir çeşidini icra eden Tarantino da şiddeti eğlenceli hale getirerek izlenebilir ve hatta zevk alınabilir kılan yönetmenlerden. En korkulacak kişi ne olduğu görüntüsünden belli olan değil, geceleri yatmadan önce süt içecek kadar uysal ama kendinden küçük kızlara acımasızca tecavüz edebilecek kapasitede olan Alex gibi karakterlerdir diyor, hem yazara hem de yönetmene şapka çıkarıyoruz.
Blade Runner (Ridley Scott, 1982)
Zamanının ötesine uzanan, Ridley Scott gibi bilimkurgunun babasının elinden çıkan bu film, tüm zamanların en iyi distopya filmlerinden bir tanesi orası kesin. Cyberpunk’ın ilk türü olmasıyla da gözümüzün nuru olan yapım yüksek teknolojiyle donatılmasına karşın sürekli dibe çöken, teknolojinin hem nimet hem lanet olduğunu kabul eden bir film. Konusu ise şöyle;Dünya’nın dışındaki tehlikeli operasyonlarda köle gibi çalıştırılan ve ömürleri sadece birkaç yıl olan replikaların dünyaya ayak basması yasaktır, olur da basarlarsa “blade runner” denen polisler tarafından avlanırlar. Harrison Ford’un canlandırdığı Deckard bu polislerden biridir, ama emekliye ayrılmıştır. Uzaydaki bir koloniden kaçarak yaşam sürelerini uzatmak ve bu köle gibi yaşama isyan ederek sorumluları bulmak için bir uçak kaçırarak dünyaya gelen bir grup replikanın yakalanıp yok edilmesi için tekrar göreve çağrılır. Emeklilik hayalleri suya düşer kısacası. “İnsan mı android mi?” ikilemiyle uykularınızı kaçıran bu kült bebişi izle izle doyamayacaksınız. Unutmadan; yine bir Philip K. Dick çevirmesiyle karşı karşıyayız.
Nineteen Eighty-Four (Michael Redford, 1984)
Distopyanın krallarından George Orwell Başkan’ın aynı adlı romanından uyarlanan bu film, günümüzde de spesifik bir kişi için bolca kullanılan “Big brother is watching you” sloganının ana tema olduğu, yani halk için mahremiyetin kalmadığı, totaliter rejimin sizin yerinize görüp, sizin yerinize duyduğu, tarihi yeniden yazdığı, sözcüklerin anlamını değiştirdiği acımasız bir dünya. Tanıdık bilip sevdiğiniz ne varsa yok etmeye yeminli ve sıçtığınız boktan dahi haberdar olan bu hükümeti devirmeye yeminli cengaver Winston Smith’i izlediğimiz film, bilimkurgu distopyalarının aksine takip edilmesi imkansız aksiyon filmlerinden ziyade diyaloglarıyla akılda kalmaya çalışıyor, iyi de yapıyor. Distopya dediğin sahibinin hayal dünyasıdır, fikridir, filmde anlatılması ve açıklanması gerekir.
Brazil (Terry Gilliam, 1985)
Yine Orwell Abi’mizin 1984’ünden esinlenmiş (bi bak: uyarlanmış, birebir versiyon değil yani) olan film kutu ofisine hapsolmuş, küçük bir yanlışın dahi sizi darağacına götürebileceği mükemmeliyetçi bir dünya. Şimdi böyle bir dünyada hata olmaz mı? E olur tabi. Biz de bu hatayı yapma talihsizliğinde bulunan Sam Lowry’nin maceralarını izliyoruz. Klasik aşk her şeyi fetheder izleyicisiyseniz “love conquers all”, yok aga ben realistim diyorsanız “director’s cut” versiyonunu itinayla izleyiniz, böyle bilimkurgu yok arkadaş!
Twelve Monkeys (Terry Gilliam, 1995)
Post-apokaliptik film kategorilerinden bahsederken hatırlarsanız hastalık, felaket, robotlar, uzaylılar filan demiştik. İşte “hastalık” kategorisine mensup olan bu film, gelecekten geçmişe gönderilen bir hükümlünün (Bruce Willis) hikayesini anlatan film, zaman sıçramalarını ustaca yerleştirmesiyle, seyircinin aklını allak bullak eden sembol yerleştirmeleriyle, Hitchcock’un Vertigo ve Birds filmlerine yaptığı göndermelerle ve efekt kullanmayışıyla “olayı bitirmiş” bir bilimkurgu. Unutmadan belirtelim; dön bak Brad Pitt.
Gattaca (Andrew Niccol, 1997)
Hak ettiği değeri göremeyen bilim kurgulardan biri olan Gattaca epik Uma Thurman ve Ethan Hawke oyunculuğuyla göz dolduruyor. Filmde genetik mühendisliğinin şimdiki gibi vasat üstü bir seviyede değil aşmış olduğu bir dünya izliyoruz. Günümüz bakmanın sevap olduğu insanlar için kullandığımız “kalemle çizilmiş gibi” söylemini gerçeğe dönüştüren filmde insan olmak acınası bir durum, çünkü herkes mükemmel gen haritalarına sahip. İşte insan olup aşırı hırslı olan karakterimizi bu genlere sahip olmaya kendini adar biçimde görüyoruz.
The Truman Show (Peter Weir, 1998)
Ufuk çizgisi bir duvar kağıdı olabilir, parmağımızı uzatıp çıkarmaya çalışmak lazım. Yaşadığı dünya kocaman bir setten başka bir şey olmayan bir adamın hikayesini anlatan film “Lan acaba?” gibi sorgulamalara yol açmasıyla zamanında hepimizin gerçeklik anlayışını yerle bir etmiş bir yapım.
The Matrix (Wachowski Brothers, 1999)
Çekildiği zaman göz önüne alındığında öncü olarak kabul edilmesi gereken, dövüş sahneleriyle aksiyon filmlerine yepyeni bir boyut kazandırmış olan The Matrix, devam filmlerinde hiçbir zaman ilk filmlerinde seyirciye verdiği kurmaca dünya hissini tattıramasa ve gittikçe kısıtlanan bir hikayeye hapsolsa da yine de en iyi distopik filmlerden. Distopyası Felsefe 101 seviyesinde olsa da insanların kontrol ettikleri güçlerin nasıl kölesi olduklarının iyi bir göstergesi. Hakkında şu ana kadar zilyon şey yazılıp çizilmiş olan filme yeni bir şey ekleyebilir miyiz bilmiyoruz fakat “Kaşık yok.” ve “Beyaz tavşanı takip et.” gibi replikleriyle birçok dövmeye meze olduğunu biliyor, yılda bir kere izleyerek kendisini yad ediyoruz.
Battle Royale (Batoru Rowaiaru) (Kinji Fukasaku, 2000)
Japon hükümeti tarafından kaçırılıp, ıssız bir adaya götürülüp kısıtlı miktarda silah, yiyecek tedariğiyle ve “En yakın arkadaşınızı öldürebilir miydiniz?” sorusuyla baş başa bırakılan 42 lise öğrencisini izlediğimiz filmin Suzanne Collins’in çok satan roman serisi ve günümüz gençlerinin yeni Twilight’ı The Hunger Games’in de esin kaynağı olduğunu belirtelim. Hayatta kalmak mı ahlak anlayışı mı gibi bir sorgulamayla önümüze gelen film nadide bir fikir distopyası.
Artificial Intelligence (Steven Spielberg, 2001)
Son zamanlarda kendini dizi yönetmenliğine ve Transformers’a yönelten Steven Spielberg’ün kült işlerinden olan Artificial Intelligence sahip olduğu distopyayı size yedirmekten çok robotların da sevgi dolu yumuk yumuk yaratıklar olabileceğini ve sevdiklerine insanlardan daha iyi sahip çıktıklarını gösteriyor. Bunu da 11 yaşında David isimli annesini sonsuza kadar sevmek için üretilmiş olan robot aracılığıyla yapıyor.
Minority Report (Steven Spielberg, 2002)
Aksiyon filmlerinin şövalyesi iki isim olan Tom Cruise ve Colin Farrell’ı bir araya getiren film Philip K. Dick’in bir başka hikayesinin ekmeğinin yendiği, Steven Spielberg tarafından yönetilen bir film. Hikayeye göre suç oranını 0’a düşürmeye yeminli bir hükümetin PreCrime denilen, bir cinayet işlenmeden önce kimin bunu yapacağını belirleyen bir icadın kimlerin başına ne çoraplar öreceğini izliyoruz. Ülkede suç oranı %90 gibi bir miktarda düşmüşken PreCrime ekibinin başında olan kişinin kendisinin bir cinayet işleyeceğinin hissedilmesi üzerine çaresiz adamın kendi silahıyla nasıl vurulduğunu ve kendini nasıl aklamaya çalıştığını görüyoruz. “Person of Interest” dizisinin bu hikayeden uyarlandığını belirtelim.
28 Days Later (Danny Boyle, 2002)
Felaketli, ıssız şehirlerde dolaşan tek adamlı film hayranıysanız yaşadınız. 28 Days Later tam da size göre. Karakterlerinin derin olmayışıyla ve arka plan hikayelerinin eksik bırakılmasıyla kaybeden fakat görüntü yönetmenliği inanılmaz güzel olan film kendini bu açıdan dengeliyor gibi. Filmdeki hastalık sonrasında insanların zombi olduğu söylenemez aslında, önce maymunlarda yürütülen ve başarısız sonuçlanan bu deneyin insanlara enfeksiyon bulaştırıp onları öfkeden çılgına çevirerek hayattaki tek amaçları bu enfeksiyonu diğerlerine bulaştırmak olduğunu izliyoruz. Filmin müziklerinin harika olduğunu da belirtmeden gitmeyelim.
V for Vendetta (James McTeigue, 2005)
İyi akşamlar, Londra. Saat dokuz. Burası 275 ila 285 orta dalgadan yayın yapan Kader’in sesi… Bugün beş Kasım bin dokuz yüz doksan yedi..
Brixton ve Sretham bölgelerinin bugün itibariyle karantinaya alındığı Londra halkına duyuruldu. Sağlık ve emniyet nedenleri ile bu bölgelerden uzak durulması tavsiye ediliyor…
Polis, bu sabah Birmingham bölgesinde on yedi eve düzenlediği br dizi baskınla büyük bir terörist şebekesini açığa çıkardı. Sekizi kadın yirmi kişi göz altına alındı…
Hava az bulutlu ve açık. 00:07’de başlayacak olan sağanak, 01:30′ a dek sürecek…
İyi akşamlar Türkiye.
Totaliter bir dünyada kaybolan kimlik ve özgürlüğün öyküsünü anlatan V for Vendetta, umutsuzluğun ve baskıcı bir yönetimin güncesi. Hakkında en çok aforizma dizilebilecek olan film Haziran ayı boyunca yaşananların dışında dünyanın en büyük hacker oluşumu Anonymous’un yüzü oluşuyla da aslında filmden o kadar da farklı bir dünyada yaşamadığımızı gösteriyor.
V for Vedat!
A Scanner Darkly (Richard Linklater, 2006)
Orwell ve Aldous Huxley ile beraber distopyanın meşalesini taşıyan üçüncü yazarımız Philip K. Dick’in hikayesinden uyarlama olan bu film kullanmaya başlayanın yavaşça kimliğini kaybetmeye başlamasıyla sonuçlanan bir uyuşturucu üzerinden giden bir film. Kimliğin olduğu filmlerde o kimlik önce kaybedilir, sonra da bulunur. Bunu bilesiniz. Ne diyoruz, beş beyazdan uzak duralım; un, şeker, tuz, eroin, kokain.
Children of Men (Alfonso Cuaron, 2006)
İnsanlığın kıyametinin post-apokaliptik felaketlerden değil bildiğimiz kısırlıktan geleceğini savunan film 2027 İngiltere’sinde geçiyor. Kitabından çok farklı biçimde kurgulanmış olsa da kitabı da filmi de kaliteli distopyalara güzel bir örnek. Çocuk yapamamanın getirdiği umutsuzluk ve yaşama amacının olmayışı, üstüne bir de sıkıyönetim ilan eden bir despotun ezici varlığının altında çaresizlikten kıvranan insanlara umut olmaya gelen, 18 yıldır doğacak olan ilk çocuğa hamile bir kadının ise tüm bu sıkıyönetim dalgasına son verebileceğinin ve bu sebeple korunmasının ehemmiyet taşıdığının bilincinde iki karakter olan Julianne Moore ve Clive Owen’ı ise başrollerde izliyoruz.
District 9 (Neill Blomkamp, 2009)
Yapımcılığını Peter Jackson’ın üstlendiği… Bunu demek yeterli aslında. Duydunuz Peter’ın sesini. Bunun dışında, Dünya’nın merkezini Amerika’dan almayıp Afrika’da geçmesi filmi daha inanılır yapan etkenlerden. “Uzaylılar Dünya’ya gelseydi biz onlara ne yapardık?” sorusuna cevap arayan film karakterlerin bu karidese benzeyen acayip yaratıklara ucube muamelesi yaparak onları sürgüne mahkum etmesiyle de gerçekçi bir yan taşıyor. İnsanın bilmediği şeyden ölesiye korktuğu gerçeğini göz önünde bulundurursak, biz de tam da bunu yapardık.
The Road (John Hillcoat, 2009)
Cormac McCarthy’nin romanından uyarlama olan film bir adam ve oğlunun bedeli ne olursa olsun hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Distopik kısmı tartışmalı olan filmin dram yanı biraz daha ağır bassa da romanını okuyarak yaratılmaya çalışılan dünya hakkında çok daha fazla bilgi edinebileceğinize eminiz.