“Yaş otuz beş, yolun yarısı eder.” deyip yolu tamamlayamadan 46 yaşında hayata veda eden bir şairi, Türk Şiiri’nin en tanınmış isimlerinden Cahit Sıtkı Tarancı’yı eserleriyle analım istedik…
Çocukluk
Affan dedeye para saydım,
Sattı bana çocukluğumu.
Artık ne yaşım var ne de adım;
Bilmiyorum kim olduğumu.
Hiçbir şey sorulmasın benden;
Haberim yok olan bitenden.
Bu bahar havası, bu bahçe;
Havuzda su şırıl şırıldır.
Uçurtmam bulutlardan yüce,
Zıpzıplarım pırıl pırıldır.
Ne güzel dönüyor çemberim;
Hiç bitmese horoz şekerim!
4 Ekim 1910’da Diyarbakır’da dünyaya geldi. Babası, Diyarbakır’da ticaret ve ziraatle uğraşan köklü Pirinççizadeler ailesinden Bekir Sıtkı Bey; annesi, babasının amca kızı Arife Hanım’dır.
Desem ki
Desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki…
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi fark edemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gök kubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.
Ailesi, ona “Hüseyin Cahit” adını verdi. Akrabaları “Pirinççioğlu” soyadını aldığı halde Soyadı Kanunu çıktığı yıl pirinç ekiminden çok zarara uğrayan babası Bekir Sıtkı Bey, bu duruma kızarak “çiftçi” anlamına gelen “Tarancı” soyadını aldı.
Tutsam Ellerinden Ağlarsın
Tutsam ellerinden ağlarsın.
Benek benek büyür karanlığım.
Nokta nokta korkutur seni.
Tutsam ellerinden ağlarsın
Toprak kokar avuçlarım, kan kokar.
Ben hoyrat gecelerde boy atmış fidan,
Boz bulanık sularda yıkanmış , arınmışım.
Geceleri çok yakınım yıldızlara,
Işığa çıkınca bir karışım.
Tutsam ellerinden ağlarsın.
Doğduğum köyü bir bilsen.
Gece gecemden büyük,
Acısı acımdan derin.
Tutsam ellerinden üşür ellerin!
Diyarbakır’da başladığı ilk eğitimin ardından orta öğrenim için Kadıköy Fransız Saint Joseph Lisesi’ne gönderildi. Lise öğrenimi içinse Galatasaray Lisesi’ne geçti. Fransızcayı çok iyi öğrenerek Baudelaire, Rimbaud, Mallarme’yi özümsedi. Şiir yazmaya lise yıllarında başladı. İlk şiirleri Galatasaray Lisesi’nin “Akademi” isimli dergisinde ve Servet-i Fünûn dergisinde yayımlandı. Ömür boyu yakın dostu olan Ziya Osman ile okul yıllarında tanıştı.
Hep Yaşadığıma Dair
Bu gölge yer pazar günü
Bu şehir, bu tren sesi
Gök bildiğim bu mavilik
Yeşil dallardan süzülen
Oturduğum rahat koltuk
Beyaz örtüsü masanın
Sigaram, kahvem, gazetem
Elimin çizdiği kavis
Kovmak için sinekleri
Kolumda işleyen saat
Ve esnemem arada bir
Hep yaşadığıma dair
1931’de girdiği Mülkiye Mektebi’nden sevmediği için ikinci senenin sonunda atılınca Yüksek Ticaret Okulu’na girdi, ancak memuriyet sınavını kazanıp Sümerbank’ta çalışmaya başladıktan sonra bu okuldan da ayrılmak zorunda kaldı. “Ömrümde Sükût” adlı ilk şiir kitabı henüz Mülkiye Mektebi’nde iken yayımlandı. Karabük’e atanması üzerine Sümerbank’ta başladığı memuriyetten ayrıldı; çalışma hayatını öykülerini yayımlamakta olduğu Cumhuriyet Gazetesi’nde sürdürdü.
Ömrümde Sükut
Çıngıraksız, rehbersiz deve kervanı nasıl
İpekli mallarını kimseye göstermeden
Sonu gelmez kumlara uzatırsa muttasıl
Ömrüm öyle esrarlı geçecek ses vermeden
Ve böylece bu ömür, bu ömür her dakika
Bir buz parçası gibi kendinden eriyecek
Semada yıldızlardan, yerde kurtlardan başka
Yaşayıp öldüğümü kimseler bilmeyecek
Cumhuriyet Gazetesi sahipleri Nadir Nadi ve Doğan Nadi’nin desteği ile üniversite öğrenimini tamamlamak üzere Paris’e gitti. Oradayken Paris Radyosu’nda Türkçe yayınlar spikerliği yaptı, bir yandan da gazeteye öyküler göndermeye devam etti. Paris’teki öğrenciliği sırasında Oktay Rıfat ile tanıştı.
Gidiyorum
Çölde bir yolcu gibi yalnızlığım içinde
Kavrulup gidiyorum.
Serseri bir rüzgar gibi hep ganimet peşinde
Savrulup gidiyorum
Serçe kadar pervasız, bir günden ötekine
Atlayıp gidiyorum.
Bütün kumaşlarını açtığım gibi yine
Katlayıp gidiyorum.
Bir kış güneşi gibi ben keyfimin esiri
Görünüp gidiyorum.
Ne belli yerim var, ne de sevdiğim biri
Sürünüp gidiyorum.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman uçakları Paris’i bombalamaya başlayınca öğrenimini tamamlayamadı; 1940 yılında bisiklet ile kaçarak Lyon ve Cenevre yoluyla Türkiye’ye geri döndü. Askerliğini Ege’nin küçük kentlerinden birinde yaptı. Ünlü “Haydi Abbas” şiiri, askerlik döneminin bir ürünüdür.
Gariplik
Babam kırdı beni ilk önce babam
Dosttan gördüm kahrın daniskasını
Nankör çıktı iyilik ettiğim adam
Sevdiğim kız da savdı sırasını
Bendim hayal üstüne hayal kuran
Gözüm kapalı olduğu zamanlar
Benim başımı taştan taşa vuran
Sandığım gibi değilmiş insanlar
Garibim dünyada garip nafile
Gelse boynuma dolansa da bahar
Kendi hoş kendi masum sesinizle
Siz söyleyin garipliğimi kuşlar
O yıllarda ailesi artık İstanbul’a yerleşmişti; bir süre babasının Eminönü’ndeki ticarethanesinde çalıştı, ancak içki sorunları yüzünden babası ile arası açılınca Ankara’ya gitti ve çeşitli devlet kurumlarında memurluk yaptı.
Otuz Beş Yaş Şiiri
Yaş otuz beş, yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı, nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nereden çıktı bu cenaze, ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.
“Otuz Beş Yaş” şiiri ile 1946’da CHP Şiir Ödülü’nde birincilik aldı ve yurt çapında tanınan bir şair oldu. Çalışma Bakanlığı’ndaki görevi sırasında tanıştığı Cavidan Tınaz ile 4 Temmuz 1951’de evlendi. Evlendikten sonra yazdığı şiirlerini “Düşten Güzel” adlı kitapta topladı.
Ölümden Sonra
Öldük, ölümden bir şeyler umarak.
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü.
Nasıl hatırlamazsın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak..
Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok;
Yok bizi arayan, soran kimsemiz.
Öylesine karanlık ki gecemiz,
Ha olmuş ha olmamış penceremiz;
Akarsuda aksimizden eser yok.
1953 yılında geçirdiği bir krizden sonra felç oldu. Yatağa bağlı ve yarı bilinçli durumda olan şair. İstanbul ve Ankara’da çeşitli hastanelerde tedavi gördü. Bir yıl kadar Diyarbakır’daki baba evinde bakıldı. 1956 yılında tedavi ettirilmek üzere devlet tarafından Avrupa’ya götürüldü. Kendi ifadesi ile yolun ikinci yarısını tamamlayamadan, 12 Ekim 1956’da Viyana’da öldüğünde 46 yaşında idi. Cenazesi Ankara’da Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedildi.
Ada’ya Davet
Bana sor güzelim, üzme kendini,
Ben şairim,
Elbette bilirim
Bu yağmurun ne zaman dineceğini;
Ne zaman açacağım havanın;
Adaya kaçta vapur var.
Çamlarda nasıl sevişir âşıklar,
Tadını, lezzetini o sevdanın
Şöyle bir gülümseyiver,
Derhal dinecek yağmur.
Haydi bizi bekliyor vapur;
Bu tramvay Köprüye gider.
Arkadaşı Ziya Osman’a yazdığı mektuplar 1957’de “Ziya’ya Mektuplar” adıyla yayımlandı. Kitaplarına almadığı şiirlerle şiir çevirileri ve kendisi için yazılanlar “Sonrası” adlı kitapta toplanarak 1957’de yayımlandı. Ailesinin Diyarbakır’daki evi 1973 yılında “Cahit Sıtkı Müze Evi” olarak ziyarete açıldı.
Memleket İsterim
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikayet ölümden olsun.
“Sanat için sanat ilkesine” bağlı kaldı. Ona göre şiir, kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır. Vezin ve kafiyeden kopmamış; ama ölçülü veya serbest, her türlü şiirin güzel olabileceği inancını taşımıştı. Açık ve sade bir üslubu vardı. Uzak çağrışımlara ve hayal oyunlarına pek itibar etmemişti.
Biz Neredeyiz Sevgilim
Gecesi benden, mehtabı senden
Bir bahçesi var ki aşkımızın,
Mevsimlerdir dolaşırız, bitmez.
Kim demiş ki zamanla gül solar?
Bülbül hiç yorulur mu türküden?
Dilbersin işte, delikanlıyım.
Ne hikmettir bu Yârab, ne güzel!
Herhalde yeryüzünde değiliz;
Sahiden biz nerdeyiz sevgilim?
Bir arkadaşı anlatıyor:
“Cahit Sıtkı, Galatasaray’da bizden dört beş sınıf büyüktü. Alt sınıflarda okuyan bir akrabasını görmeye gelirdi. Biz de o zaman kendisini görürdük. Okulun, Yaşar Nabi, Ziya Osman Saba ile birlikte dergilerde şiirleri basılan üç isminden biriydi. Ufacık tefecik, zarif, çok efendi bir hali vardı. Hani teneffüste ayağına bir top çarpsa, çamurlanmasın diye ayağının ucuyla dokunan tipler vardır ya, onlardandı. Tertemiz giyinirdi. Küçücük zarif ayakları ve hep boyalı iskarpinleri vardı. Gel zaman git zaman, Diyarbakırlı Cahit, Türkiye’nin en ünlü şairlerinden biri oldu. Müstesna incelikte, bütünüyle kendini şiire adamış bir insandı. İnsan onun hesap yaptığına, günlük alelade şeyler konuştuğuna inanamazdı. Belki de bunlardan çok uzaktı.”
Ben Aşk Adamıyım
Dolaştığım denizlerce düşünüyorum,
Bineceğim son gemi değil midir
Hayır sahibi omuzlarda giden tabut.
Herkes gibi teselliye muhtaç olsaydım eğer,
Derdim ki: “Elbet bir ağlayanım olur benim de;
Ramazan geceleri Yasin okuyanım,
Baharda kabrime menekşe getirenim de.”
Fakat bütün bunlar da olur,
Yine tasa etmem,
Yine kırılmam kimseye.
Ben aşk adamıyım,
Sevmeye geldim insanları,
Gönlümle, elimle, kafamla sevmeye;
Hesapsız, karşılıksız,
Ayrılık gayrılık gözetmeden.
Gün gelip gidersem şayet,
Öyle severekten gideceğim ki,
Karanlık kıyılardan bile olsa,
Candan selamlarım,
Civarımdan geçecek gemileri;
Güneşli gemileri;
Şarkılı gemileri;
İçlerinde kendim varmışım gibi!
“En yakın ruhdaşı ve kafadaşı, Ziya Osman Saba idi. Bir keresinde onunla bahse girip Galatasaray Lisesi’nin arkasındaki yardan mahalle çocukları gibi aşağı inip yukarı çıkmış, bu tehlikeli serüven sırasında zavallı Ziya Osman’ı heyecandan öldürecek durumlara sokmuştu. Yaşamının tek yaramazlığı belki de bu olmuştur.”
Cahit Sıtkı Tarancı öncelikle Otuz Beş Yaş şiiriyle anılır edebiyatımızda. Düz yazılar, mektuplar, öyküler yazmış olmasına rağmen şairliği daima ön planda olmuş ve bu durum öykülerini gölgede bırakmıştır. Kırk altı yaşında yaşama veda eden Cahit Sıtkı Tarancı’nın öykü türüne yoğun emek verdiği halde bu öykülerinin yıllarca gazete sayfalarında kalarak kitaplaşamaması, onun öykücülük yönünün tanınmasına uzun süre engel olmuştur. Ölümünün 50. yıldönümünde (2006) ilk kez bu öykülerin önemli bir kısmı derlenmiş ve o unutulmaz “Gün Eksilmesin Penceremden” şiirinden gelen adla, Can Yayınları tarafından yayımlanmıştır.
Hatıralar
Bilmem ki hatıralar,
Ne istersiniz benden,
Gelir gelmez sonbahar?
Bu kanat çırpış neden?
Cama vuracak ne var
Ey eski hatıralar
Sanmayın güller açar,
Bülbül değildir öten;
Bu rüzgâr başka rüzgâr.
Ne istersiniz benden,
Bilmem ki hatıralar,
Gelir gelmez sonbahar?
Anlatılanlara göre; okul yıllarında tüm arkadaşlarının sevgilisi varken Cahit’in yokmuş. O, kendisini çirkin sandığı için kızlara yanaşamaz, utangaç olduğu için de kimseye söyleyemezmiş bunu. Sınıfta, yatakhanede arkadaşları hep sevgililerinden gelen mektupları birbirlerine okur caka satarlarmış. Bazen Cahit’e de takılıp “Yahu, sana mektup yazacak bir sevgilin yok mu?…” derlermiş. O günden sonra, gizlice kendi kendine haftada bir-iki mektup yazmaya başlamış Cahit. Yazıp postaya atar, sonra da mektupları sevgilisinden geliyormuş gibi alır arkadaşlarına okurmuş. Bu mektupları o kadar romantik olurmuş ki, bir süre sonra, arkadaşları da postacının yolunu büyük bir merakla bekler olmuşlar…
Esmer Güzeli Yarim
Bu meltemli geceler,
Su sesi, ayışığı,
Uzayan türküleri
Cırcır böceklerinin,
Bu cümbüş, bu muhabbet
Bu tatlı uykusuzluk,
Hep senin şerefine,
Esmer güzeli yarim…
Cahit Sıtkı’nın “Beşiktaşlı Sevgili” dediği, şiirindeki sevgilinin de yazdığı aşk mektupları gibi hayali olduğunu söylerler. Cahit Sıtkı’nın teyzesinin oğlu, Avukat Reşid İskenderoğlu 1993 yılında yayımladığı anılar kitabında, yıllar sonra Beşiktaşlı Sevgili’nin izini bulduğunu, kendisi ile görüşmek istediğini, ancak olumsuz yanıt aldığını anlatır. 2004 yılında 93 yaşında hayata gözlerini yuman, anne tarafından şairin akrabası olan Vedat Günyol’un anlattığına göre Cahit’in yıllarca gönlünde bir sır gibi sakladığı Beşiktaşlı sevgilisi meğerse kendisinin kız kardeşi Mihrimah Hanım imiş… Bunu, yıllar sonra, bir gün birlikte Paris’te dolaşırlarken Cahit Sıtkı bizzat Vedat Günyol’a itiraf etmiş. Vedat Günyol o gün çok hayıflanmış; “Ah Cahit, keşke o zaman söyleseydin, seni kız kardeşimle evlendirmeye çalışırdım…” demiş.
Gün Eksilmesin Penceremden
http://youtu.be/hZb8NTykoXQ
Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.
Ve gönül Tanrısına der ki:
– Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!
Orhan Veli’nin şiirlerini çok severdi. Nitekim yatalak olduğu günlerde kendisini ziyaret eden dostlarına hep Orhan Veli’den şiirler okuturdu. Bir şiirinde Cahit Sıtkı, rakı kadehini tutarken ellerinin titremesinden yakınarak şöyle der:
Bu el titremesi, kadeh tutarken,
Bu yaşta nasıl koyuyor insana,
Orhan gibi vaktinde gitmek varken,
Değer mi oyalanmana…
Abbas
Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalb ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.
Cahit Sıtkı askerliğini yedek subay olarak yapmak üzere birliğine gider. O yıllarda yedek subay sayısı az olduğundan her subaya emir eri verilmektedir. Birliğine gittiğinde bölük yazıcısından künye defterini ister. Sırayla isimlere bakarken bir isim dikkatini çeker. Abbas oğlu Abbas… Sakat eli yüzünden çürüğe ayrılmış biridir Abbas. Talim bitiminde askerin yanına gönderilmesini ister. Öğle saatlerinde kapı çalınır. Karşısında civan mert yiğit biri selam çakıp, “Abbas oğlu Abbas Emret komutan!” der. Aralarında söyle bir konuşma geçer:
-Nerelisin?
-Memleket Mardin, kaza Midyat komutan.
-Sen benim emir erim olur musun?
-Sen bilir komutan!
Askere eşyalarını toplamasını ve kendi evinin altındaki boş yere taşınmasını söyler. Zamanla askerin zekiliği ve sıcaklığından etkilenir. Abbas her sabah erkenden kalkar Cahit Sıtkı’nın tüm ihtiyaçlarını karşıdan bir istek gelmeden düşünüp yerine getirir. Zamanla aralarında komutan asker ilişkisinden daha güçlü bir dostluk bağı oluşur. Bu saf ve temiz Anadolu çocuğundaki sadakat ve temiz yürekten etkilenmiştir Cahit Sıtkı. Zaman zaman karşısına alıp dertleşir onunla ve bu Anadolu çocuğunun ruhundaki gizli şeyleri keşfeder. Akşamları rakı sofrasını kurup en güzel kızartma ve mezeleri hazırlar Abbas. Aralarındaki duygu bağları iyice güçlenir. Böyle bir keyif akşamında alkollü Cahit Sıtkı sorar:
-Sen İstanbul’u bilir misin Abbas?
-Bilir komutan.
-Orada bir Beşiktaş var bilir misin?
-Bilir komutan! Ben orada acemi birlikteydim.
-Orada benim bir sevgilim var. Sen bana kaçırıp onu getirir misin?
-Elbet komutan!
Sabah olur Cahit Sıtkı bakar ki. Abbas yeni asker kıyafetleri giymiş, tıraş olmuş hazırlanmış. Cahit Sıtkı sorar:
-Hayırdır Abbas neden böyle hazırlık yaptın?
-Ben İstanbul’a gidecek komutan!
-Ne yapacaksın sen İstanbul’da?
-Sen söyledi bana. Ben gidecek sana sevgiliyi getirecek!
Gözlerindeki hüznü ve gözyaşlarını gizlemek istercesine arkasını dönüp kapıyı çarpar ve çıkıp gider Cahit Sıtkı. Fakat bu mert askerin, yüreği sevgi dolu Anadolu çocuğunun samimiyeti ve sıcaklığından duygulanır. Akşam olur. Ağaç altında rakı sofrası kurdurur ve Abbas’ı karşısına oturtur. Birlikte yer içerler ve Cahit Sıtkı o meşhur şiirini kağıda döker!