Gazeteci sormuş: “Yatakta yatmak ve saç uzatmak barış getirebilir mi? Çıkıp somut bir şey yapmak gerekmez mi?”
Lennon cevap vermiş: “Sen çık ve yap. Sana bunu söylettiysek çok somut bir şey yapmışızdır. Gördün mü biz başlattık.”
Gezi işte en çok buna yaradı. Birilerinin başlatması gerekiyordu, biz başlattık. Kısıtlı zekasıyla her konuda ayar vermeye meraklı devlet erkanına, günler geceler boyu milyonlarca genç, ayarın kralını verdik. Şu ülkenin tarihinde daha önce 81 ilin 80’inde aynı anda devletin ayar yediği görülmüş mü?
Bizim protesto adına bildiklerimiz hep başka ülkelerde yaşanan şeylerdi
Atamadı 🙂
“Abi adamlarda otobüs biletine zam geldi diye ülke sokaklara döküldü”, “Orda halk örgütlü abi, biz diiliz abiii…”
Bunları duyarak büyümedik mi? Sonra ne oldu? O başka ülkeler bir ay boyunca bizi konuştu. Yahu biz ListeList olarak bile Amerika’daki Ferguson Olayları’na İngilizce direniş tavsiyeleri yazıp yollar hale geldik. Olaylar olduğunda bizim yazdıklarımızı Retweet edip duruyorlardı.
Asıl siyasilerimiz örgütsüz çıktı, bir gün başka bir gün başka konuştular
Günümüzde Londra’da Kahve Dünyası ziyareti, Boğaz’da balık avı gibi (twitter hesabının yalancısıyız) meşakkatli işlerle uğraşan dönemin Cumhurbaşkanı Gül’ün gezi zamanı “valla billa anladık hatalarımızı” temalı demeçlerini unuttuk mu? Ya Başbakan Yardımcısı Arınç’ın, “eylemlere gazla müdahale edilmesinden dolayı özür diliyorum” demecini? RTE’nin “Kışla yapıcam, altına AVM üstüne otel dikicem, yanlara da medrese taktırabilirim” çıkışlarından sonra: “Kim demiş ben mi, aslaa” diyerek lafı çevirmesinin sebepleri neydi acaba? BirGün’ün “senin bir kışla vardı, ne oldu o iş” manşeti unutulur mu?
Okkalı bir kafa şöyle 2 ton çeker Altan
Çöküş Gezi’de başladı. Her Şey Çok Güzel Olacak filminde Mazhar Alanson, Cem Yılmaz’a diyordu hani: “Okkalı bir kafa şöyle 2 ton çeker Altan!” Hah, işte o 2 ton çeken kafadan milyonlarca vardı Gezi’de. Lennon’un pasif direnişinden, 2 ton çeken kafaya nasıl geldik valla biz de anlamadık. Çünkü o günlerde de anlamamıştık. Pasifiyle aktifiyle direnişin her türü kendiliğinden gelişmişti. Çünkü Her Şey Çok Güzel Olacaktı. Kimimiz filmde Cem Yılmaz’ın canlandırdığı Altan’ın çocuksu umutları gibiydik, kimimiz daha idealistti, daha hırslıydı; ama hepimiz için Her Şey Çok Güzel Olacaktı. Bir gün olacak da.
Sen kimsin yaa!
Muhabir soruyu yeniden sorsun: “Yatakta yatmak ve saç uzatmak barış getirebilir mi? Çıkıp somut bir şey yapmak gerekmez mi?”
Lennon önce yanındaki Yoko Ono’ya bakmış, sonra yavaşça muhabire dönmüş ve demiş ki: “Ya sen kimsin!” Adeta bir Emre Belözoğlu gibi elini adamın çenesine doğru götürüp, adeta bir RTE gibi üstelemiş: “Kimsin sen ya!”
Şimdi hiç yakışık aldı mı? Bu yüzden Gezi’deki üslup önemliydi. Bu barışçıl üslup hayatında kavgadan başka bir şey bilmeyen, kavga dilinden başka dilden anlamayan tarafı çıldırtıyordu.
Ters çevrilmiş arabalar, kırılan fıskiyeler
“Sizi bir kaşık suda boğarız ama dua edin ki biz demokrasiye inanıyoruz” diyebilen bir kafaya karşı yürütülüyordu direniş. Demokrasiyi cümle içinde kullanırken bile yancı olarak ölüm tehdidi geliyordu. Şimdi düşününce, o dönem Ankara’sında bir Dinazor, bir Transformers heykeli olmaması gerçekten büyük talihsizlik. Gezi’nin sanatsal birikimi ikisini birbirine monte ederek acayip eserler meydana getirebilirmiş.
Aslında Gezi öncesinde Emek Sineması eylemlerinden beri çok dolmuştuk
Emek, bizler için İstiklal’in bel kemiğiydi. Gezideki ağaçlar nasıl parkın bel kemiğiyse, Emek de Taksim için öyleydi. Emek Sineması için ilkinde 500 kişi toplandık ikincide 5000. İkinci Emek Sineması Eylemine dünyaca ünlü yönetmen Costa Gavras da katılmış ve konuşma yapmıştı. Ne oldu biliyor musunuz? 80 yaşındaki adamı Taksim’in ortasında az daha öldürüyorlardı.
Benzin döküp adam yakılır mı ya?
Gavras’a yapamadıklarını Gezi’de bize yaptılar. Dövdüler, yaraladılar, sakat bıraktılar, öldürdüler.
“İnsan insanı yakar mı abi ya, biz sizi yakıyo muyuz, abi ne vuruyorsun biz size vuruyo muyuz!” Diyordu hani Altan… Benzinle değil ama gazla yanıyorduk. Oh Biber! Herkes Walter White olmuştu. Biberin asidik yapısı suyla değil de yağla çözülüyordu. Talcid’in antiasit yapısıyla süt çok iyi anlaşıyordu. Bütün ulusal basın, anlı şanlı gazeteler bu tarifleri veriyorlardı. Malum ülkede bir nevi kimyasal savaş vardı.
İsmi bile ne güzel: Taksim Dayanışma
Dayanışma açıklama yapacakmış, parktan çıkılacakmış, hayır parkta kalınacakmış, bu cumartesi eylem olacakmış, bundan sonra Cumartesileri eylem olmasınmış, hükümetle görüşecekmiş, bu işin sonu nereye varacakmış, yeter ne olacaksa olsunmuş!
Böyle geçti günler, aydınlanmadı bazı sabahlar, kahrolmadı bazı şeyler. Bazı zaman da hiç bitmesin istendi o unutulmaz geceler. Taksim Dayanışma, kimselerin aklına gelemeyecek boyutlara evrilen böylesine benzersiz bir direnişin her noktasından sorumlu tutuldu. Onlardan açıklama bekleyenle, açıklama geldiğinde “susun artık” diyen çoğu zaman aynı adam oldu.
Kimse yokken onlar vardı
Hükümetin Taksim Meydanı’nı dev bir çay tepsisi gibi düzleyeceği bu işin uzmanlarınca çok önceden tahmin ediliyordu. Bu yüzden daha kimsecikler yokken bileşenler şu açıklamayı yaptı:
Bilime, hukuka ve halka rağmen, hükümetin maaşlı bürokratları, Taksim Gezi Parkı’nın yok edilişine onay verdi. Halk da bu karara cevaben; Taksim Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneğİ’ni kurdu. Taksim Mücadelesi, Taksim’in kalbinde yepyeni bir kale kazandı. Bu hukuksuzluğa karşı, bir dernek çatısı altında birleşmek isteyen herkese kapımız açıktır. Taksim Gezi Parkı halkındır!
Bu çağrının ilk yayınlanma tarihi 13 Mart 2012, yani çadırların yakılmasından tam 1 yıl 3 ay önce. Toplanan on binlerce imzaya rağmen ne hükümet ne de medya bu sese yeterince ilgi göstermedi.
Kuş gözlemiyle uğraşanlar iyi bilir
Kuşlar bazen durumdan istifade etmek için başka kuşları taklit ederler. Ötüşünü dinleyerek asla anlayamazsınız hangi kuş olduğunu. Medyamız da aynen böyleydi işte. Onca çığlığa kulak tıkayıp sonra ansızın “can feda” oldular. Öt deyince hepsi bir anda tek sesten ötüyor, sus deyince hepsi aynı anda susuyordu.
Yağmur yağdı üzül, güneş açtı sevin
Sabah işe gidenler yağmur görünce parktakiler için üzülüyor, güneş açınca onlar için seviniyordu. Ülkenin havasında gaz, yağmur, güneş, umut, korku, sevinç, hüzün hepsi bir aradaydı. Kahkahalarla gülerken ağlamaya başlayan tiyatrocular gibiydi ruh halimiz.
Duyarsız olma, duyar kasma
Yunanca “iyi” (ευ), “olmayan” (οὐ), ve “yer” (τόπος) kelimelerinden oluşun Ütopya “iyi yer” ve “yok olum öyle bir yer” anlamlarına aynı anda geliyor. Tam tersi ise yaşanmak istenmeyen bir gelecek, yani distopya. Tıpkı Gezi’de yaşadıklarımız gibi.
Sabah poğaçasını yiyip çayını içen sıradan insanlar için ansızın başlayan bu iki uçlu evren haliyle devreleri yaktı. Onca şeyden sonra herkesin dengesinde kaymalar oldu. Bu kaymalar genellikle olumlu yönde olsa da hayli sert geçişler de yaşanıyordu. Bir rakı sofrasında önce karides sipariş edip, karidesler geldiğinde, hemen o anda vejataryen olan arkadaşımız bile var.
Benim hâlâ umudum var
Her şey Çok Güzel Olacak’ın sonunda abisi ve Altan İstiklal Caddesi’nde yürürlerken fonda “Benim hâlâ umudum var” çalar. Mücadeleye devam kararı almıştır ikili. Bir restoran ve belki restoranın bir köşesine de bar açacaklardır. Umutları vardır; çünkü onca badireye rağmen devam demişlerdir. O dönem hâlâ Arnavut kaldırımlı ve ağaçlıdır cadde.
Bonus: Bize yaptıklarının hesabını verecekleri gün arkalarından bunu yapacağız 🙂
Video Vine formatında, ses çıkması için üzerine bir kez tıklamak gerekiyor, bilginize.
Not: Yazı bugün yayımlanan BirGün Pazar için yazılmıştır.